26 Kasım 2010 Cuma

Madonna neden korkuyor

Bazı bilgiler vardır, aslında hiçbir zaman işinize yaramaz gibi görünür ama onları okumaktan zevk alırsınız. Bazen de yerli yersiz durumlarda işinize yarar, hayrete düşersiniz.
İşte bu ay Domingo'dan çıkan "Hayat, Bir Ziyaretçinin Yeryüzü Rehberi" adlı kitap da tam bu cinsten bilgileri içeriyor. En çok kim öldürdü, 50'lerin orta sayfa güzelleri, Büy
ük kaçışlar, İkinin anlamı, Çete kültürü, Hayati istatistikler, Hoş tesadüfler, Katil kim... kitaptaki onlarca başlıktan sadece birkaç tanesi.
Bu tuhaf bilgileri Ian Harrison toplamış. Aman şaşırmayın, meşhur Alman güreşçi Ian Harrison değil, yazar olan. Tuhaf bilgiler toplamak, kendisi için bir alışkanlık. Zaman zaman mucitlik yapsa da, antik savaş meydanlarından modern buluşlara dek değişik alanlarda birçok kitabı mevcut.
Bu seferki kitabını ni öyle kolay kolay anlatmak mümkün değil. Bunun için bana ilginç gelen başlıklardan sadece birkaç örneği sizlerle paylaşıyorum:

Sonsuza Dek Genç?
  • Tüm zamanların en ünlü çocuk yıldızı Judy Garland, MGM'le çalışmaya 12 yaşında başladı. Dört yıl sonra, Oz Büyücüsü'ndeki (1939) Dorothy karakteriyle uluslararası ün kazandı. Onu çok çalıştırdılar, sinema ve televizyonda önemli bir yer edindi. Popüler bir şarkıcı da olmuştu. Özel hayatı kötü gitti: Beş kez evlendi, 47 yaşında aşırı dozda uyuşturucudan öldü.
  • Sahne eğitimi alan Mark Lester, bol Oscarlı Oliver (1968) adlı müzikalde baş rol oynadığı sırada dokuz yaşındaydı. 18 yaşına kadar oyunculuğa devam etti, uyuşturucu ve alkol sorunu yaşadıktan sonra osteopati konusunda uzmanlaştı.
  • Linda Blair, Şeytan (1973) adlı filmde küfür ederek başını 360 derece çevirme rolünü 14 yaşında kabul etmeden önce, veteriner olmak istiyordu. Filmin ardından oyunculuğu ve gösterileri sürdürdü, uyuşturucu sorunları yaşadı ve hayvanlar için, Linda Blair WorldHeart Vakfı'nı kurdu.
Korkusuz Olmaz
  • Söylentiye göre IQ derecesi 140 olan megastar Madonna aptal sanılmaktan korkuyor. Ayrıca daha anlaşılır bir karafatma korkusuna sahip. Bunu şöyle itiraf ediyor: "Onları ne zaman görsem, çığlık atıp kaçtım."
  • James Dean'le Asi Gençlik'te oynayan ve başkalarının yanı sıra Elvis Presley'le de birlikte olan Hollywood aktristi Natalie Wood, hayatı boyunca sudan korktu ve haklı da çıktı: 1981'de 43 yaşında boğularak öldü.
  • Korku sinemasının efsane yönetmeni Alfred Hitchcock'un korkusu yumurtalardı. Kızı Chicago Tribune gazetesine şunları anlattı: "Onların korkunç göründüğünü söylüyordu. Onları kırdığınızda yarı maddenin dışarı akmasını kesinlikle iğrenç buluyordu."
  • Johnny Depp klourofobi, yani palyaço korkusu çekiyor. Rahatsız edici roller oynamakla ünlü olan Depp, "Boyalı yüz ve sahte gülüşte ürkütücü bir yan var. Yüzeyin hemen altında bir karanlık, gerçek bir kötülüğe hazırlık varmış gibi görünür hep bana" diyor.
  • Amerikalı şarkıcı ve aktör Justin Timberlake galeofobi, ofidiofobi ve araknofobi yaşıyor. Yani, köpekbalığı, yılan ve örümcekten korkuyor.
Hâlâ Yasak
  • Fransa'da bir domuza Napoleon diyemezsiniz.
  • İngiliz toplu taşıma araçlarında kadınlar çikolata yiyemez.
  • İsveç'te evinizi izin almadan boyayamazsınız.
  • Avustralya'da lisanslı bir elektrikçiden başka kimse ampul değiştiremez.
  • Hollanda'daki lokantalarda buz, limon ya da ıhlamur gibi bir şeyle verilmemişse sudan para alınamaz.
  • Karayla çevrili olmasına rağmen Oklahoma'da balina avlanamaz.

(Deniz İNCEOĞLU - Hürriyet Keyif - 20.11.2010)

1 Kasım 2010 Pazartesi

Bu hayat olmadı, bir dahakine inşallah...

Aman başlık sizi yanıltmasın. Merak etmeyin, bunalımda falan değilim.
Elime yeni geçen bir kitabın kapağında yazıyor bu sözler. Sahibi "Alper Tanyer".
"Kim ki o?"
dediğinizi duyar gibiyim. Çok haklısınız. Çünkü aslında bankada çalışan, kendi halinde bir vatandaş Alper Tanyer.
Ama bir gün canına tak etmiş ve "Yeter artık içimde ne varsa dökeceğim" diyerek, kitap yazmaya karar vermiş.
Adını da "Bütün Vanalarım Açıldı" koymuş.
Bu kitap, öyle alışık olduğunuz cinsten değil.
Öncelikle kapağıyla dikkat çekiyor. Gerçeği söyleyeyim, kimilerinde "ıyy" tepkisi de yaratıyor. Çünkü yatakta yorgan altında yatan bir adamın çıplak ayakları neredeyse burnunuza girecek gibi duruyor. Ama aslında böyle bir başlıktaki kitap için oldukça esprili bana göre.
Bir diğer alışık olmadığımız yanı da üslubu.
Kitap, yazar Alper Tanyer ve arkadaşı Hakan Elbaşı'nın birbirlerine gönderdikleri e-mail'lerden oluşuyor. "Bana ne iki arkadaşın e-mailleşmesinden" diyebilirsiniz. Ama içeriklerine bakınca
enteresan konular ortaya çıkıyor. Ne de olsa yazar Alper Tanyer de hepimiz gibi bu ülkenin sıkıntıları, sorunlarıyla yaşıyor. İşte bu e-mailler'de de içini döküyor sevgili yazar. Kimi zaman durumla dalga geçiyor, kimi zaman çığlıklar atıyor, kimi zaman da sert eleştiriler yapıyor. Ama en önemlisi kullandığı dille, sıkıcı konuları bile okumayı çok eğlenceli bir hale getirebiliyor.
Yalnız, eğer benim gibi imla hatasına tahammülünüz yoksa okurken sıkıntı yaşayabilirsiniz. Çünkü Alper Tanyer, her şeyi olduğu gibi bırakmış. Yani internetteki "chat" diliyle.

ÜŞENGEÇLERE EVE DVD SERVİSİ
Biliyorum havaların bozulması çoğunuzun canını sıkıyor ama inanın ben bundan çok keyif alıyorum. Çünkü sıcacık kahvemi yapıp, üzerime de battaniyeyi çekince bir başka oluyor evde film izlemenin keyfi. Tabii DVD'ler tükenmişse evden çıkıp da almak çok zor geliyor, ne yalan söyleyeyim. Ama bu üşengeçlik sayesinde çok faydalı bir site keşfettim: www.evdeizle.com. Evet biliyorum, hepsiburada, D&R ya da idefix gibi sitelerde de DVD satılıyor. Ama burası bir başka. Çünkü tamamen film konusunda uzmanlaşmış durumdalar. "Kategoriler" bölümüne basınca 18 film türü başlığında 15 binden fazla DVD bulmanız mümkün. Bağımsız Filmler, Uluslararası, Klasikler, Dramalar... bunlardan bazıları. Üstelik altında yorumlar da var. Aylık 34-36-38 lira ödeyerek 8-12-16 adet DVD izleyebiliyorsunuz. Sitede değiş-tokuş sistemi uygulanıyor. İlk siparişinizde 2 DVD özel kuryeyle ücretsiz evinize bırakılıyor. Bir dahaki siparişte eskileri verip yenileri alıyorsunuz. Bunun için yapmanız gereken tek şey üye olmak.

28 Ekim 2010 Perşembe

Eskiden korkardım şimdi hayranıyım


Yaşayan en önemli heykeltıraşlarımızdan Mehmet Aksoy, geçen hafta Evin Sanat Galerisi'nde yeni sergisi Yılan Hikayeleri'ni açtı. Ziyaretimiz sırasında açılışa iki gün olduğundan hazırlık heyecanını birlikte yaşadık diyebilirim. Gözleri bir çocuğunki kadar mutlu ve heyecanlı bakıyor, eli ayağıysa yerinde duramıyordu. Ne de olsa çocukluğunu yılan hikayelerini dinleyerek geçirmiş, son iki yıldır da bu hikayelerle ilgili pek çok araştırma yapmıştı. Şimdi sıra, onlardan esinlenerek hazırladığı, pek çok mesajı içinde barındıran heykellerini sergilemeye gelmişti... Hepsiyle gurur duyuyor, bu seriyle tekniğinde yenilikler olduğundan bahsediyordu. Onu üzen, aklına takılan tek şeyse, dizindeki rahatsızlıktan dolayı bazı fikirlerini heykele yansıtamamış olmasıydı. Araştırmaları sırasında yılan üzerine o kadar çok hikaye bulmuş ki... İşte size Mehmet Aksoy'un araştırıp yorumladığı dünyanın pek çok ülkesinden ve yöresinden Yılan Hikayeleri.
Evrensellikle globallik karıştırılıyor. Globallik ekonomiyle ilgilidir. Evrensellikte ise yöresel olmadan çıkış olmaz. Evrensele açılan kapı, yöreden geçer. O coğrafyanın adamı olacaksın, toplumun psikolojisini bileceksin, onunla yaşayıp onunla dünyayı yorumlayacaksın. Her konuyu kendine göre alıp içinde evrensele açılan bir kapı bulunduracaksın. Yılan hikayeleri de böyle. Yerel konulardan esinlenilmiş ama dünyanın her yerinde bakan birinin bir şeyler yakalayabileceği heykeller bunlar.
Çocukluğum Yayladağı’nda yılan hikayeleri dinleyerek geçti. Tarlada derede bastığın yere dikkat et, yılana basma basarsan sokulursun gibi uyarıcı söylemlerin dışında; yılanın koruyucu olduğu çoğu evlerin damında çatısında yılan olduğu onlara dokunmamak gerektiği anlatılırdı.
Kara yılanların çift dolaştığı, birbirlerine çok bağlı oldukları, birini öldürürsen ötekinin muhakkak intikamını almak için sonuna kadar eşini öldüreni takip edeceği seneler geçse de unutmayacağı söylenir. Hatay’ın Arsuz Madenli köyünde böyle bir kara yılanın olduğu, uzun zaman intikamını almak için beklediği, hatta sakallarının çıktığı, ona sakallı yılan dendiği, hala günümüzde yaşadığı onu görenler tarafından söyleniyor. Ben de yakın zamanda onu görmeye gideceğim.
Bazı yılanların kadınlara aşık olduğu, onların arkasından gittiği, sık sık önlerine çıktığı, hatta gece yataklarına gelip erkenden gittiği, kadının da artık buna alıştığı, ondan hiç korkmadığı gibi anlatılır.
Masallardaki yılan hikayelerine gelince Şahmeran’ı ele alsak yeter. Gılgamış’ın gençlik otunu çalan ve ebedi gençliğe kavuşan yılan var bir de.
Ama tüm bu konuları tasvir etmemek gerekir. Çünkü sanat bir yorumdur. İşlerimde bütün kültürleri sorgulayabiliyorum. Yaradılış efsanesi diyorum mesela heykellerden iki tanesine. Çünkü yaradılış konusunda büyük çelişkiler var dünyada. Her din, farklı yaratıyor dünyayı. Bunun yanında evrim teorisi var. Yılan bazı dinlerde şeytan olarak geçiyor. Bazılarında Adem ve Havva'yı kandırmış. Oysa burada yılanın suçu yok. O, çelişkiyi, farkındalığı simgeliyor.
İşi tersine de çevirebilirsiniz. Kuzey ülkelerinde yılanla ilgili mitolojiler var. Yumurta gibi bir şey var, etrafında yılan var ve büyük patlamayı bununla açıklıyorlar. Büyük patlamadan önce yılanın evreni koruduğu söyleniyor.
Bergama’da Asklepion süte karışan zehri ile hastaları iyi eden ve giderek tıbbın sembolü haline gelen yine bizim yılan. Bütün dünya mitoslarında yılanlarla ilgili hikayeler var çoğu pozitif. Hıristiyanlıkta şeytan yerine konmasının haricinde genellikle koruyucu, aydınlatıcı hatta Baltık ülkelerinde dünyanın varoluşu öncesi evrenin bir yumurta şeklinde görüldüğü, yumurtaya sarılı bir yılanın onu koruduğu ve olgunlaştığında da evrenin o yumurtadan var olduğu söylenir.
Beni bu hikayeler cezbetti. Ben de kendimce yılanları yorumlamak istedim. Biraz araştırıp inceleyince kendimi bir hazinenin içinde buldum, bu kadar zengin ve bu kadar geniş bir içerik, her türlü anlatıma açık. Beni çok heyecanlandırdı. Bana en azından yüz tane heykel yaptırır... Adem ile Havva’dan evrim teorisine kadar uzanan geniş bir yelpaze...
Eskiden yılan korkum olsa da, sergide onun hep iyi taraflarını yansıtmaya çalıştım. Çünkü onun her zaman gerçeği gösterdiğine inanıyorum.

YILANDAN ÇOK KORKARDIM
Aslında yılan, 24 yaşına kadar rüyalarıma girerdi. Ondan çok korkardım. Hep de aynı rüya olurdu. Yatağıma gelirdi. Her zaman elimle üzerine bastırırdım. Gözümü açtığımda hâlâ oradaymış gibi gelirdi. Ancak beş on dakika sonra kendime gelebilirdim. Sebebi sanırım küçükken bir keresinde ormanda tek başıma kalmış olmamdı.

BU KEZ FORMLARDA DAHA SERBEST KALDIM
Yılan serisinde kendiliğinden farklı teknikler çıktı ortaya. Daha organik formlar oldu. Tabii ki biçimler içeriğe göre hep değişiyor. Ama bu kez daha serbest kaldım. Sarmal formlar, birbiri içindelikler, negatifler-pozitifler, varlık-yokluk arası hikayeleri çok daha güzel kullanabildim. Mesela yılanlı şamandaki yılan formu, bir sactan bürülmedir ama çok hacimli görünüyor. Derinlik kazandı kendiliğinden form, ben de şaşırdım. Aslında çift yapayım, hacimli olsun diyordum ama gerek bile kalmadı. Şamanın ruhani yanını delikli bir sacla temsil edince enteresan bir heykel oldu. Bir tarafı çok katı, bir tarafı çok transparan. Form denemesi açısından iyi bir yere götürdü beni. Bu seride kendimde yeni bir şey keşfettim. Zaten her sergide biraz daha ustalaştığımı hissediyorum.

EN MÜTEVAZİ SERGİM OLDU
Yılan hikayeleriyle ilgili daha pek çok konuyu işleyemedim. Kendi yılan korkumu anlatan bir heykel yapacaktım yetişmedi. Bunun dışında aşık yılan ve kıskançlık hikayelerini de heykelleştirmeyi düşünüyorum. Çünkü kıskançlığı da anlatır bir yılan. İnsanlar yoğun kıskançlıklarından kendilerine acı çektiriyorlar. Sanki yılanı alıp kendilerini zehirletir gibi. Öyle bir acı... Büyük bir taşta başlamıştım ama henüz yapamadım. Sanırım buradaki sergiye şimdiye kadarki en mütevazi sergim diyebilirim. Hepsi biraz küçük oldu gibi geliyor bana. Bundan sonra büyük heykeller geri geliyor.

İLHAN SELÇUK PENCERESİNDEN
AYDINLANMAYA BAKACAK
İlhan Selçuk heykeli yapacağım Beşiktaş Belediyesi için. Gelecek yıl, Akmerkez'in arka tarafındaki villaların arasındaki kavşağa yerleştirilmesi planlanıyor. Yaklaşık 5 metre yüksekliğinde, bronz-taştan bir heykel düşünüyorum. Formunu da çoktan tasarladım. Aydınlanma hareketinin önde gelenlerinden biriydi İlhan Selçuk. İnanmış, kararlı, başından beri bunu savunan, her şekilde bundan vazgeçmeyen bir adam. Köşesi de "pencere" diye düşünürken, aslında aydınlığa açılan bir pencere önünde duruyor diye düşündüm. Dışarıyı seyrediyor. Orada da aydınlanma hareketinin kitlesel yürüyüşleri var. Açık pencereden bunun yansımasını göreceğiz, karşıdan da İlhan Selçuk bize bakıyor olacak. Beşiktaş Belediyesi bundan vazgeçse bile kendim için bu heykeli yapmak istiyorum.

**Mehmet Aksoy’un “Yılan Hikayeleri” sergisi 4 Aralık'a kadar pazar hariç her gün Evin Sanat Galerisi’nde görülebilir. Tel: 0212 265 81 58.

(Deniz İNCEOĞLU / Fotoğraflar: Senih GÜRMEN - 22.10.2010 - Hürriyet Keyif)

8 Ekim 2010 Cuma

NELER DUYDUM...

* Die Zeit geçen hafta Robbie Williams'la röportaj yapmış. Söylenene göre ünlü olmasını sağlayan Take That grubuna kesin dönüş yapmış. "Bu durum solo kariyerinizin sonu anlamına mı geliyor" sorusuna ise "Hayatıma yeni bir başlık açıyorum.
Önümüzdeki 18 aylık programım zaten hazır. Sonrası için her şey hayal edilebilir" diyor. Hayranlarına duyurulur.

* Tiyatro Artı, uzun zamandır Harbiye'deki bir garajı kendine tiyatro sahnesi olarak kurmaya çalışıyor. Mekân Artı adını verdikleri sahnenin bugün, Kök adlı oyunla açılması planlanıyordu. Ama ne yazık ki bazı aksaklıklardan dolayı açılış, kasım ayının başına ertelendi.

* İstanbul Kültür Sanat Vakfı'ndan yeni bir açılım var; Uluslararası İstanbul Tasarım Bienali. Tasarımı daha iyi anlamak, anlatmak ve tartışma konuları yaratmayı hedefleyen vakıf, yeni bienali 2012'de düzenlemeyi planlıyor.

* Heykel alanında yaşayan en önemli sanatçılarımızdan Mehmet Aksoy, şu sıralar o görkemli ev-atölyesinde yeni sergisi için hazırlanıyor. 21 Ekim'de Evin Sanat Galerisi'nde açılması planlanan serginin adı Yılan Hikayeleri. Sanatçı son bir buçuk yıldır bu seri üzerinde çalışıyormuş.

* Amazon sitesi yüzünden bu aralar Amerika e-kitap piyasasında büyük tartışma var. Çünkü Ken Follet'in "Fall of Giants" adlı kitabının hard cover versiyonu 19.30 dolarken, e-kitabı 19.99 dolar. Bu durum herkesi isyan ettiriyor. Ne de olsa e-kitap okuyucuları uzun zamandır kitapları olduğundan çok daha ucuza okuyor. Aynı durum James Patterson'ın Don't Blink kitabında da geçerli. Bakalım daha neler göreceğiz...

* Tiyatro Tiyatro Dergisi'nin 8. Tiyatro Ödülleri bu pazartesi Harbiye Muhsin Ertuğrul Sahnesi'nde açıklanacak. Davete Yıldız Kenter, Zuhal Olcay, Yetkin Dikinciler, Ahmet Levendoğlu, Demet Evgar, Ahu Türkpençe, Şehsuvar Aktaş gibi isimlerin katılması bekleniyor.

* Geçenlerde New York'a giden bir arkadaşım anlata anlata
bitiremedi, müzeleri nasıl da profesyonel bir şekilde gezdiğini. Profesyoneli nasıl oluyor ki dememe kalmadan başladı anlatmaya. Meğer İstanbul'da New York'a gitmeden önce bir şirketle anlaşmış; Art Smart. Şirket New York'ta. Ama dünyanın neresinden ararsanız arayın size randevu veriyorlar. Uzman oldukları müzeler arasında the Metropolitan Museum, Museum of Modern Art, American Museum of Natural History var. Eğer daha da fazlasını isterseniz, size büyük çaplı bir Avrupa müzeleri turu düzenleyebiliyorlar. www.artsmart.com


(Deniz İNCEOĞLU - Hürriyet Keyif - 9.10.2010)

28 Eylül 2010 Salı

Sting keşfetti dünya hayranı oldu


Kültür başkenti İstanbul'da Map İletişim sayesinde yepyeni bir müzik aktivitesi başlıyor: Good Music in Town. İlk konuğu ise 8 Ekim'de Sting’in Londra’da küçük bir barda keşfettiği, dünyaca ünlü trompetçi Chris Botti olacak. Üç albümü birden Billboard Caz Albümleri listesine 1 numaradan giriş yapan Botti’nin bugüne dek canlı kayıt ve performans yaptığı sanatçılar arasında Frank Sinatra, Sting, Josh Groban, Andrea Bocelli, Paul Simon, Joshua Bell, Joni Mitchell, John Mayer, Michael Buble ve Aerosmith’in vokalisti Steven Tyler var. Botti, Haliç Kongre Merkezi'ndeki konserde ise, “My Funny Valentine" şarkısını Fahir Atakoğlu'yla birlikte çalacak. Botti'yle müziğe nasıl başladığını ve hayatını konuştuk.

Gençlik yıllarınızdan bahseder misiniz, nasıl bir ailede büyüdünüz?
- Annem hep yanımda oldu. Her hafta beni arabasıyla özel trompet dersine götürürdü. Annemden bana kalan en önemli şey, disiplin duygusu ve bir şeyi ciddiye alma hissi olmuştur. Bunun için ona her zaman teşekkür borçluyum. Müzikle tanışmama da o vesile oldu. Küçük yaşta beni müzikle kaynaştırdı. Zaten kendisi de piyano çalardı.
Peki, hep trompet mi vardı?
- Annem piyano çaldığı için beni ilk önce onunla tanıştırdı. Ama her çocuk gibi itiraz edip farklı bir şey yapmak istedim. Bu dönemd televizyonda Doc Severinsen’i izledim ve trompet çalmanın havalı olacağını düşündüm. Bir iki yıl sonra, 12 yaşımda, Miles Davis’in “My Funny Valentine" parçasını duydum ve o anda bir caz sanatçısı olmak istediğimi anladım. Bugün hâlâ her gün Miles Davis dinliyorum ve onun müziğini takip ediyorum.

STING'DEN GÜNDELİK İŞLERDEKİ TUTKUYU YAKALAMAYI ÖĞRENDİM
Sting sizi keşfettiğinde hayata dair ne tür hayalleriniz vardı? Müzikte profesyonel olmayı düşünüyor muydunuz?
- Sting ve eşiyle birlikte kurup destekledikleri Gökkuşağı Vakfı'yla tanıştık. İlgi alanlarımız o kadar benzeşiyordu ki, hemen arkadaş olduk. Bir yıl sonra, bir turne için grubuna katılmamı istedi, kabul ettim. Bu olay mesleğe atılmama sebep oldu ve bugün gelmiş olduğum noktadan dolayı Sting’e sonsuz minnettarım.
Müziğe yeni başladığınız dönemde kimlerden etkileniyordunuz?
- Freddy Hubbard, Clifford Brown, Chet Baker, Wynton Marsalis gibi tüm büyük trompet sanatçılarının yanı sıra, Miles Davis’ten çok etkilendim. Ayrıca, Frank Sinatra gibi ses sanatçılarını ve Sting, Peter Gabriel, Joni Mitchell, Paul Simon gibi daha çağdaş sanatçıları da sayabilirim.
Milyonların hayran olduğu pek çok ünlü sanatçıyla çaldınız. Bunlardan sizi en çok etkileyen kimler oldu?
- Şüphesiz ki bana tanıdığı fırsatlar dolayısıyla kariyerimin büyük bir bölümünü Sting’e borçluyum. Ondan öğrendiğim en önemli şey, sabah uyanmak, prova yapmak, yoga yapmak, grupla bir yerden bir yere gitmek gibi gündelik işlerde tutkuyu yakalamak oldu. Birçok yönden, kariyerimi Brand New Day turnesinde Sting’le birlikte çalıştığımız o iki üç yıl boyunca öğrendiklerimle şekillendirdim.
Peki, onunla unutamadığınız anınızı anlatır mısınız?
- Sting, grubunda çaldığım günlerde bile, benimle solo yaparak kendimi gösterme fırsatı tanıdı ve kariyerime muazzam destek oldu. Ama beni asıl ben yapan, bu işe sevk etmesi oldu. Üstelik dünyanın her yerinde kendisinden önce sahne alma fırsatını tanıması, kariyerime sıkı bir başlangıç yapabilmemi sağladı. Her zaman en büyük destekçim ve en iyi arkadaşım oldu.
Hayatınız sadece trompet üzerine mi kurulu?
- Evet! Örneğin geçen yıl Los Angeles’ta ev almadan önce, içinde her şeyimi barındıran tek bir bavulla sekiz yıl geçirdim. Sahip olduğum tüm eşya o tek bavula, trompet çantama ve küçük bir seyahat çantasına sığıyordu. Hayatım bundan ibaretti. Bir köpeğe, kız arkadaşa, eşe, kediye, otomobile... hiç yer yoktu. Yaptığınız işe gönülden bağlı değilseniz bu şekilde yaşayamazsınız. Çok zorlu bir programım var. Yılın 300 günü yollardayız ve ben buna bayılıyorum. Üstelik, dünyayı dolaşarak muhteşem grubumla bu düzeyde müzik yapabildiğim için çok şanslıyım.

SOKAKLARDA KAYBOLMAYA BAYILIYORUM

Hangi konser unutulmazdı?
- Söylemesi zor çünkü o kadar çok seyahat ediyorum ki, çok nadiren konsere gidebiliyorum. Ama bir süre önce Winton Marsalis ve Lincoln Center Caz Orkestrası'nı izledim ve Marsalis muhteşem biri! Benim konserlerime gelince, yakın bir süre önce CD ve DVD halinde de çıkan Boston’daki iki gösteri meslek hayatımdaki en önemli olay oldu. Boston Pops ve bunca özel misafir sanatçıyla (Sting, Josh Groban, Yo-Yo Ma, Katharine McPhee, John Mayer, Steven Tyler) birlikte sahneye çıkabilmiş olmak asla unutamayacağım bir şey.
Müzikal anlamda yaptığınız en büyük hata neydi?
- Prova yapmamak! Günlük provalarımı atladığım sadece bir iki günde bile sahnede trompet benden nefret etti.
Sizce bestelerinizin en dikkat çekici yanı nedir?
- Trompetimin sesi en önemli unsur. Aradığım tonu yakalayabilmek üzere gevşeyebilme kabiliyeti de öyle. Çaldığım müzik aletinin yalnızlık içeren tonunu dünya çapında bir dinleyici kitlesiyle buluşturma şansına sahip oldum. Bunun son derece farkında olmam da büyük bir şans.
Müzik dışında sizi ne etkileyebilir?
- Spor ve politikadan gerçekten hoşlanıyorum.
Kendinize ayırabildiğiniz dönemlerde neler yapmayı seviyorsunuz?
- Seyahat etmediğim zaman her gün yoga yapıyorum. Büyük kentlerde yürümekten keyif alıyorum. Ayrıca, otelden çıkıp şehirde yürüyüp keşfederek kaybolmaktan ve ister yol sorarak, ister bir taksiye atlayarak bir şekilde otele geri dönmekten çok hoşlanıyorum.
Yakışıklı bir trompetçi olduğunuzdan sıkça bahsediliyor. Bunun etkilerini görüyor musunuz?
- Medyanın beni görünüşüme göre hangi sıraya koyduğuyla pek fazla ilgilenmiyorum. Her sahne sanatçısının bir imajı olur diye düşünüyorum. Mesela, Louis Armstrong’un mendili, Miles Davis’in takım elbiseleri gibi... Ve eğer görünüşüm insanların müziğimden keyif almasını sağlıyorsa, bu da harika bir şey! İnsanların CD’lerimi dinleyip, daha sonra grubumla çalarken gelip beni izlemelerinden son derece memnunum.

BİLETLER BİLETİX'TE
Ünlü trompetçi Chris Botti'nin Haliç Kongre Merkezi'ndeki konserinin bilet fiyatları 60-225 TL arasında, Biletix'te.


Map İletişim Selim Sefada
EKİM SONUNDA HANCOCK GELECEK

Good Music In Town fikrinin ana amacı, 2010'da Avrupa Kültür Başkenti olan güzel İstanbul’umuzda, kendi alanlarında dünyanın en önemli ve değerli sanatçılarının performanslarını yapmalarını sağlayacak bir platform oluşturmak. Sanatçıların seçimini yaparken uluslararası bilinirliği, kazandıkları ödülleri, yayınlanan albümleri ve dünya müzik endüstrisine katkılarını araştırarak karar verdik. İstanbul denildiği zaman akla ilk gelen tarihi yerlerden biri olan “golden horn” da bulunan Haliç Kongre Merkezi'nde düzenlenecek konserler, üç bin kişilik dünya standartlarında salonu ile müzik severleri ağırlayacak.
Caz Müziğinde, Dünyanın en önemli trompetçisi olarak sayılan Chriss Botti ile Türkiye’nin yetiştirdiği en önemli müzik adamlarından, besteci ve piyanist Fahir Atakoğlu ile düet yaptırmayı başardık. Bunun yanı sıra yıllara meydan okuyan 12 Grammy, 1 Oscar ve 5 MTV ödüllü caz piyanisti Herbie Hancock da ekim ayı sonunda konuğumuz olacak. Oldies & Goldies’de orjinal grup üyelerinden 2 kişinin hala performans sergilediği dünyanın en fazla tanınan grubu “ABBA the Show” aralık ayında İstanbul’da. Soul ve caz müziğinin yeni starı Vanessa Paradis şubat ayında performans sergileyecek.

(Deniz İNCEOĞLU - Hürriyet Keyif)

22 Eylül 2010 Çarşamba

Bir ineğin hayalleri

Kazara Milyarder!
Şu sıralar nereye gitsem elime bu kitap geçiyor. Kafelerde oturanlar onun üzerine konuşuyor. E tabii insan haliyle "Neymiş ki bu" diye merak ediyor.
İçine bakmaya gerek yok. Daha elinize alır almaz son yılların fenomeni Facebook'la ilgili olduğunu renklerinden hemen anlayacaksınız.
Kabaca bakıldığında, bu popüler sosyal a
ğ sitesinin nasıl kurulduğunu anlatıyor Kazara Milyarder. Ama aslında kapağın çevresine sarılmış kağıtta yazan tek cümlede kitabın ve Facebook'un tüm sırrı ortaya çıkıyor...
"500 milyon arkadaş edinmek için kaç kişiye ihanet etmek gerek?"
İlk okuduğumda ben de, "Aman canım niye düşman edineyim ki..." diye düşünmüştüm. Ama bu cümlede ve kitapta anlatılan bizim değil, Facebook'un kurucusu Mark Zuckerberg'in (26) arkadaşları, dostları...
Hayalleri uğruna dostlarından nasıl vazgeçtiğinin hikayesi.

DAHİ Mİ
SAHTEKAR MI
Belgin Selen Haktanır Us'un dilimize çevirdiği roman, Ben Mezrich tarafından büyük zorluklarla yazılmış. Çünkü Zuckerberg, onunla konuşmayı sürekli reddetmiş. Yazar da olayı, şimdiye kadar çıkan röportaj, dava tutanakları, kişilerin görüşleri ve çeşitli kaynakları inceleyerek çözmüş. Tüm olayları bir romana dönüştürmüş. Öykünün kahramanı ve herkes tarafından tanınan birkaç kişi dışında herkesin ismini farklı kullanmış.
Hikaye, 2003 Ekim'inde Harvard'da başlıyor. Eduardo Saverin ve Mark Zuckerberg, Harvard gibi bir okulda bolca bulunan, hazırlık okullarından gelme cilalı öğrenciler ve popüler efsaneler arasında dışlanan, iki lisans öğrencisidir. İkisi de, matematikte akademik bir yeteneğe ve kadınlara karşı da eblehliğe varan bir anti-sosyalliğe sahiptir. Eduardo sosyal kabul görme ve cinsel başarının yolunun, üniversitenin ünlü bitiriş kulüplerine girebilmek olduğunu düşünür. Aklı da hep paraya çalışır. Mark ise bir bilgisayar dâ
hisidir. Genç adam, yaz kış ayağında terliklerle ortalarda dolaşır, hiç kimseyle kolay diyalog kurmaz. Zamanının çoğunu bilgisayar başında geçirir. Bu arada Harward’da yelken takımının gözdesi olan ikiz kardeşler, Tyler ve Cameron Winklevoss, Harward ortamında insanların birbiriyle tanışmasını kolaylaştıracak bir internet sitesi kurmayı düşünür ve Mark'la görüşürler. Fakat aralarında bir anlaşma yapılmadığı gibi bir para alışverişi de olmaz. Bir gece Eduardo, Mark’a iki kız bulduğunu, dördünün birlikte çıkabileceklerini söyler. Ama gece Mark için başarısız geçer. Duruma bozulan Mark, hışımla döndüğü öğrenci evinde bilgisayarının başına oturup okulun veri tabanına girer. Harward’daki kızlardan intikamını alacak bir fikir bulmuştur. Tek tek kızların resimlerini bulur, The Facemash adını verdiği siteye yerleştirerek onları güzellik oylamasına açar. Önceleri sadece kendi arkadaşları arasında yapılan bu oylama, giderek popüler olunca sitenin link’i elden ele dolaşır. Birkaç gecede yüzlerce öğrenci siteye üye olur, çok geçmeden sitenin ünü Harward sınırlarını da aşar. Mark sitenin ismini The Facebook olarak değiştirmiştir bile... Artık yetersiz kalan bilgisayarların yenilenmesi için Eudardo, Mark’a 1000 dolar verir. Eudardo artık Facebook’un ilk yatırımcısı olmuştur. Facebook popüler olunca Winklevoss kardeşler Mark’ı onların fikirlerini çalmakla suçlar. Fakat bu sırada Mark, fikrini Silikon Vadisi'nde geliştirme peşindedir... Mark’la işin en başında yaptıkları anlaşma gereği Facebook’un ortağı olan Eduardo, büyük yatırımcıların devreye girmesiyle anlamadığı sözleşmelere imza atar ve devre dışı kalır. Bu sırada Mark ise mankenlerle gününü gün etmektedir.
İşte tüm bunlar bu entrikalı hikayenin, Facebook gerçeğinin küçük bir parçası. Belki de sorulması gereken asıl soru: Mark Zuckerberg bir dahi mi, yoksa arkadaşlarına ihanet edip başkalarının fikr
ini çalarak bugün dünyanın en genç zenginlerinden olan bir sahtekar mı? Bunun kararı size kalmış...

FİLMİNİ DE İZLEYİN
Kazara Milyarder, Yedi, Dövüş Kulübü ve Benjamin Button’ın yönetmeni David Fincher tarafından filme de çekildi. İsmi Sosyal Ağ (The Social Network). Oyuncular arasında Jesse Eisenberg ve Justin Timberlake gibi isimler de var. Türkiye'de 22 Ekim'de gösterime girecek. Meraklısına duyurulur!

(Deniz İneoğlu - 18.09.2010 - Hürriyet Keyif)

29 Nisan 2010 Perşembe

Sosyal statü kaybına karşıyız

Rıza Kocaoğlu (31), son haftalarda Ezel dizisindeki tetikçi rolüyle "Olağan Şüpheliler" filmindeki ünlü psikopat katil "Kaizer Soze"ye benzetiliyor. Bundan tabii ki hiç şikayetçi değil. Ama onun asıl öne çıkmak istediği konu, tiyatro. Üç yıl önce İstanbul'un alternatif tiyatro grubu Dot'a, Kürklü Merkür oyunuyla dahil oldu. "Bu özgürlük içinde kendimi buldum" diyen Kocaoğlu, şimdilerde ilk yönetmenlik deneyimini yaşıyor. Genç oyuncularla sahneye koyduğu Punk Rock'ta, kendisinin de gençken yaşadığı gerilimleri ve bunun kötü dışavurumlarını yansıtıyor.
Rıza Kocaoğlu, ilk bakışta hayatını çok şanslı yaşamış biri olarak görülebilir. Çünkü henüz 9 Eylül Üniversitesi Oyunculuk Bölümü'ndeyken Çağan Irmak'ın ilk filmi Bana Şans Dile'de başrol oynadı. Ardından Şile Büyülü Fener Film Festivali'nde En İyi Erkek Oyuncu Ödülü'nü aldı. Mezun olduğunda ne yapsam diye düşünürken önce televizyon projelerine sonra da şehir tiyatrolarına dahil oldu. 2007'de Dot'un seçmelerinde başarılı oldu. Dönemin en iyi oyunlarından Kürklü Merkür'de rol aldı. Aynı yıl Afife Jale Tiyatro Ödülleri'nden En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu ödülüyle döndü.

SORUNLU BİR ÇOCUKTUM
BENİ TİYATRO EĞİTTİ

Ama tüm bunların biraz daha geçmişine gidildiğinde aslında farklı bir öyküsü var Rıza Kocaoğlu'nun:
"İzmir'de doğdum. Çok da nezih olmayan Tepecik'te yaşıyorduk. Lise birdeyken apar topar Güzelyalı'ya taşındık. Ailem beni oradaki hayattan kurtarmak istiyordu. Fazla öfkesi ve enerjisi olan, kavgacı bir gençtim. Hayata dair ciddi kaygılarım vardı. Tıpkı şimdi yönettiğim oyun Punk Rock'taki gençler gibiydim. Enerjimi çok olumsuz şekillerde dışa vuruyordum. Taşındıktan sonra da hâlâ sert olan eski mahalleye gidiyordum." Kocaoğlu'nun annesi buna bir çözüm getirmek için onu kurs merkezine götürdü. Daha önce birkaç kez tiyatro izlediğinden, en cazibi o geldi. 1993'te başladı ve Konak Belediye Tiyatrosu'nda rol kaptı. İlk kez Ataol Behramoğlu'nun "İyi Bir Yurttaş Aranıyor" adlı şiir serisinde oynadı. Tiyatrodaki tutum, arkadaşlık, insan ilişkileri ve hayata bakış, görüşünü ve karakterini değiştirdi. "Kendimi tiyatroyla eğittim" diyor geçmişi için ve ekliyor "Gençken gerçek hayatta yaşadıklarımı, sıkıntılarımı, kavgalarımı ya da öfkemi Punk Rock oyununda görüyoruz. Çünkü orada da bu yaşlardaki çocukların üzerinde yaratılan baskılar, bunun etkiler ve nasıl dışa vurduklarını görüyoruz."

*******

GENÇLERİN RUHU SIKIŞMIŞ DURUMDA
Dot, yapmak istediğim tiyatronun ta kendisini yapıyor. Murat Daltaban, büyük bir özgürlük alanı yaratmış ve biz gençlerin de bundan yararlanmasını istiyor. Bunun için de her şeyimle saldırmıştım ilk oyunum Kürklü Merkür'e. Yönetmen olmaksa aklımda hep vardı. Ama daha çok tecrübe gerektiğine inanıyordum. Hala da kendime yönetmen demiyorum. Dot ailesiyle paylaşım içinde yönetiyoruz Punk Rock'ı. Oyunun adı böyle çünkü punk felsefesinden yola çıkıyor. Punk, sosyal statü kaybına karşı ortaya çıkmış bir durum. Oyunda şiddet ve baskı ön planda. Hatta bu şiddet sadece manevi değil, fiziksel anlamda da görülüyor. Şiddet, hepimizin temel güdülerinden. Ancak bunu kontrol altına almak için var olan kurumların en başında gelen okulda şiddetin patlak vermesi, temel çatışmayı doğuruyor. Sistem, kapitalizmin geldiği nokta insanı çok şıkıştırıyor. Bu çocuklar o şehre ve klişelerine sıkışmış hissediyorlar. Oyunculara da hep şunu söyledim: "Bu çocukların ruhları bedenlerinin içinde sıkışmış." Sonunda biri, artık o bedenden çıkıyor ama yanlış şekilde. Hepimiz gibi normal, naif birinin bir anda şiddet uygulaması hem oyunun hem de hayatın dramını ortaya koyuyor.
*******
EZEL ŞİDDETE NAİF YAKLAŞIYOR
Ezel dizisinin şiddete yaklaşımında naiflik görülüyor. Yani oyunda anlatmaya çalıştığımla ters düştüğü sanılmasın. Şiddet desteklenmiyor, tam aksine eleştiriliyor. Muadilleri gibi mafyayı yücelten bir durum yok. Tetikçi rolü için senaristler "Ekstrem bir katil bu, alışık olduğumuz gibi değil. Daha domestik, insanların arasına karıştığında kimsenin anlamayacağı bir karakter olduğu için gerilim yaratıyor" dediler. Ben de onu oynadım.

****
Simon Stephens’ın yazdığı Rıza Kocaoğlu'nun yönettiği ve Hakan Kurtaş, Tuğçe Altuğ, Gonca Vuslateri, Kaan Turgut, Emre Yetim, Gözde Kocaoğlu, Mehmetcan Mincinozlu'nun oynadığı Dot'un yeni oyunu Punk Rock, 2-6-7-8-9- 13-14-15-16 Mayıs'ta Dotmarsta'da izlenebilir. Tel: 0212 232 44 40.


(Deniz İNCEOĞLU - Fotoğraf: Levent ARSLAN)

1 Nisan 2010 Perşembe

Tabular artık yıkılsın

İtalya’da yaşayan ödüllü yönetmenimiz Ferzan Özpetek, son filmi Serseri Mayınlar’ın galasını geçen cuma akşamı bir ilke imza atarak Gaziantep Nakıp Ali Sinemaları’nda yaptı. Özpetek’in çekimlerini İtalya’nın “çizme topuğundaki” doğa, tarih ve mimari açıdan en zengin kentlerinden Lecce’de yaptığı son filmi Serseri Mayınlar, yine herkesin kendine yakın bir karakter bulabileceği bir film olmuş. 50 yıldır makarna üreticiliği yapan, geleneksel ve ahlaki kalıpların dışına çıkmayan bir ailenin öyküsü var bu kez karşımızda. Ailenin iki oğlu üzerlerindeki baskıyla yaşamaktan bunalıp sınırların dışına çıkarak babalarına yıllardır sakladıkları her şeyi itiraf ederler. Tabii bu durum ister istemez ailede bir krize neden oluyor. Filmden çıkan izleyiciler ise “Türk aile yapısında da böyle durumlar çok fazla yaşanıyor. Bu film sayesinde çocuk ve anne-baba arasındaki ilişkiler daha açık hale gelebilir” diyor. Ferzan Özpetek ise bu durum için "Film, her ne kadar eşcinsellikle öne çıksa da asıl önemli konu anne ya da babanın çocuğuna nasıl davrandığı. Benim çocuğum çöpçülük yapmak istiyorsa yapsın. Yeter ki mutlu olsun denmeli. Çocuğun neyi sevip, neyi yapmayacağına karışmak yerine, mutlu olup olmadığını sorgulamalılar."

SENARYO GERÇEK HİKAYEDEN ORTAYA ÇIKTI
Altı yıl önce New York'ta bir arkadaşımla buluştum. Ailesiyle sıkıntısı vardı. "Ağabeyimin de gay olduğunu biliyordum ama ailemize pat diye söylemesi her şeyi alt üst etti. Şimdi annem iyi ki sen varsın diyor. Büyük bir sorumluluk altındayım" diye anlatmıştı. O sırada aslında çevremde pek çok kardeşin eşcinsel olduğunu farkettim. Üç yıl sonra da bu konu üzerine kafa yorup genişletmeye karar verdim. Yaşımdan dolayı hayata daha farklı bakmaya başlamıştım. Belki de bu sayede hiçbir şeye aldırmadan, eğlenerek yaptım bu sefer filmi.

İLK SEZEN AKSU İZLEDİ
Yaşamın tamamını anlatan, her kesimden izleyicinin kendini bulabileceği bir film yapmayı çok istiyordum. Bunun ilk olumlu geridönüşünü Sezen Aksu'dan aldım şarkısını koyduğum sahneyi görmesi ve filmi izlemesi için iki ay önce buluştuk. Ve şimdiye kadar ki en iyi seyircim oldu. Kahkahalar atıp ardından hüngür hüngür ağlaması aslında tam da istediğim şeydi. Sonunda da bir süre konuşamadı ve "Bak neler olacak bu filmle. Çünkü hayatı tamamıyla anlatıyorsun" dedi. Yani tam da istediğim şeyi söyledi. Bir diğer hoşuna giden şeyse çekim sırasında oyuncuların, şarkıyı anlamasalar da Sezen Aksu'nun şarkısıyla gözlerinin dolması oldu.

KÜÇÜKKEN ÇEVREMDEKİ KADINLAR "HALA"DA BÜTÜNLEŞTİ
Filmdeki ilginç karakterlerden biri olan hala, çocukluğumda çevremdeki kadınlardan oluştu diyebilirim. 7 yaşında Kalamış'ta otururken yan bahçemizde Güzin Teyze yaşardı. Geceleri "Hırsız var" diye sesi duyulurdu. Ertesi sabah temizlikçi Hafize Hanım, anneme "Bu gece yine Güzin Hanım'a hırsız girdi" derdi ve konu orada kapanırdı. Ben de hiçbir şey anlamazdım. Yıllar sonra, Güzin Teyze'nin aslında bir sevgilisi olduğunu ve gecenin bir yarısı bir kadının evinden erkek çıktığında laf olmasın diye "Hırsız var" diye bağırdığını öğrendim. Bir de içki içmeyi seven Handan Teyze vardı. Bize geldiğinde annem içkinin yerini kesinlikle göstermemem gerektiğini söylerdi. O da bunu bildiğinden öksürüğü varmış gibi yapıp "Evde cinzana var mı" diye sorardı. Ben de hemen getirirdim. Filmdeki hala da bunlarla karşılaşacaksınız.

SAÇINI KESMESEK MANTAR GİBİYDİ
Başroldeki oyunculardan Riccardo Scamarcio'nun (Tommaso) saçları lüle lüle uzundu. Seyirci onu sevsin, ne kadar sevimli çocuk desin istiyordum. O ise uzun saçları ve sert bakışlarıyla bi havalardaydı. Hemen saçlarını düzleştirip kestirttim. Ama biraz daha kesilmeliydi, yine de pek bir şey demesin diye çekimlere başladık. Üçüncü gün dayanamadım çünkü mantara benziyordu. Sabah erkenden uykulu bir halde çekime geldiğinde daha da kestirttim. Kendine geldiğinde saçları çoktan gitmişti. İlk iki günkü çekimleri yeniden yaptık. Bana setten ayrılıyorum artık diye çok bağırdı filmi görünce o da beğendi. Kız da uzun saçlıydı, çocukluğundan beri öyleymiş. Onunkini de ağlamaklı bir haldeyken kestik.

BU YAZIN ŞARKISI 50 MILA OLACAK
Filmin müzikleri için bir potpori yapacaktım. Bunun için 150 tane şarkı gönderdiler. Bir pazar günü otelde hepsini arka arkaya sıralayıp dinlerken 50 Mila'yı (50 bin) keşfettim. Şirket ise bu şarkının sekiz ay önce çıkıp hiç tutmadığını söyledi. Ama şimdi şarkı İtalya'da o kadar popüler ki söyleyen Nina Zilli, benimle karşılaştığında önümde diz çökecek gibi oluyor. Şarkı eğlenceli gibi duyulsa da aslında kızın 50 bin gözyaşı döktüğünü anlatıyor.
BABAM İÇİN SİRKTE ÇALIŞAN AKROBAT GİBİYDİM
İnsan ister istemez ailesinin hoşuna gitmek için bir şeyler yapıyor. Onların onayını alma, kendini kanıtlama hissi hiç bitmiyor. Sanırım bu 80 yaşına kadar devam edecek. Hamam filmini yaparken babam durumdan memnundu ama yine de onun için "Sirkte çalışan akrobat" gibiydim. Çünkü diğer kardeşler mühendislik gibi işlerde çalışıyordu. Bir gün bana telefon açtı. Mezun olduğu Haydarpaşa Lisesi'nden arkadaşlarıyla yemeğe gitmiş. Orada "Sen Ferzan Özpetek'in nesi oluyorsun" demişler. "Babası oluyorum" deyince filmin ne kadar güzel olduğundan bahsetmişler, beni övmüşler. Bunun üzerine hemen beni aramış.
****
BEN DE KUTULARA SOKULUYORUM
Gaziantep geleneklere, bazı tabulara daha bağlı yaşanılan bir şehir. Eşcinsellik konusunun ön planda olduğu bir filmin galasını burda yapmaya karar verirken çelişkileriniz oldu mu?
- İçten davranıp, her şeyi ortaya koyduğunuzda seyirci bunu çok iyi anlıyor. Beğenmediği, yadırgadığı bir şeye bile saygı gösteriyor, anlayışlı davranıyor. Ayrıca aşk ve sevgi her şeyi aşar. Filmde de bunu görüyoruz. İki adamın uyuduğu ya da öpüştüğü sahneleri kesebilirdim, benim için hiçbir şey değişmezdi. Daha fazla seyirci bile gelebilirdi. Ama artık birilerinin bir şeyler yapması, bazı tabuları değiştirmesi gerek. Bunun için hayatımda her zaman kararlarımın, hayat yaşantımın arkasında durmaktan hoşlandım. Her şeyi gizlersem rahat uyuyamam. Dolambaçlı bir hayata gerek yok. Sinemam da bunu yansıtıyor.
Filmde anne arkadaşına, eşcinselliğin tedavi edilebilir bir şey olup olmadığını soruyor. Aslında gündemde de böyle bir konu var. Aileden sorumlu devlet bakanının "Eşcinsellik hastalıktır" demesine ne diyorsunuz?
- "10 asprinle geçiyor" desem...
Aslında bu pek çok insanın canını yakan bir konu. Bir sürü kişi bundan dolayı hayatını mahvediyor. Her şeyi kalıba sokmaya ne gerek var. Bir gün öyle bir dünya olsa ki, gaylerin ya da lezbiyenlerin kulüpleri ayrı olmasa. Bunun için 360 derece açık olmak lazım. Belirli kutulara girmek hayata ihanet gibi geliyor bana. Ama gazeteler tarafından ben de hep kutulara sokuluyorum.

KADIN-ERKEK İLİŞKİSİNDE IRKÇIYIM
İtalya'da da aynı önyargı var yani...
- Mesela İtalya'da kilise bunu "tercih" olarak adlandırıyor. Halbuki filmde benim anlatmak istediğim "tercih" değil. İnsan ya öyledir, ya böyle. Bu tercih edilmez. Ama kilise tercih olarak adlandırarak, "Bunu tercih etme" diyebiliyor. Tanrı böyle yaratmışsa seni kabul etmek zorunda kalacağını biliyor.
Filmde nasıl yaklaştınız bu konuya?
- Aslında konuyla biraz eğlenmiş oldum. Babanın oğlunun gay olduğunu öğrendikten sonra aşırı derecede ağlaması ve bunalıma girmesi beni çok eğlendirdi. Bir de tabii sokakta dolaşırken sürekli gülerek çevredekilere ruh halinin bozuk olduğunu belli etmemeye çalışması da çok komikti. Ama bir o kadar da gerçekti. Çünkü filmi çektiğim Lecce, aslında İtalya'nın en ilerici kısımlarından biri. Yine de o bölgede bir erkek babasına gay olduğunu söylediğinde nasıl tepki alacağını araştırdım. Burada bile "Çocuk söyledikten 30 dakika içinde bütün şehir biliyor olur" dediler. Kimse kimsenin yüzüne karşı bir şey söylemiyor. Babanın paranoyaklığı da buradan geliyor.
Türkiye'de de insanlar çevrelerinin ne düşüneceğini önceden kestirip ona göre kaygıyla hareket etmiyor mu zaten...
- Evet ne yazık ki öyle. Ama karda iz bırakmak için başkasının izinden yürünmemeli. Sanmayın ki İtalya'da yaşarken her şey kolay oluyor. Pek çok yerde zorluk yaşıyorum, kapılar yüzüme kapanıyor. Örneğin İtalya'da Türk bir yönetmem olmam da zorluk getiriyor. Yaptığım her işte başkalarından daha fazla efor harcamam gerekiyor.
İtalya'yla, ülkemiz arasında benzerlikler var mı erkek çocuğa verilen değer arasında?
- Erkek çocuk her yerde önemli. Kadınlara karşı da her tarafta sessiz, derinden bir ayrımcılık var. Bu yüzden ben filmlerimde kadınları öne çıkarıyorum. Hayatta ırkçı olduğum tek bir konu var o da kadın-erkek ilişkisi. Her zaman kadınların daha üstün olduğuna inanıyorum hayata karşı. Çünkü aynı iş yerinde, aynı özelliklere sahip kadınla erkek arasından erkek çok daha çabuk yükseliyor. Ama bunun kadına sağladığı avantajlar da var. Örneğin bir kadın her zaman daha hazırlıklı, detaycı olur. Siz farkında olmadan pek çok şeyi idare etmeyi başarır.
(Deniz İNCEOĞLU)

22 Mart 2010 Pazartesi

Yarkın kardeşler ilk kez aynı sahnedeydi

Yarkın Ritm Grubu üyeleri Ferruh ve Fahrettin Yarkın ile Ferda Anıl Yarkın'ın kardeş olduklarını biliyor muydunuz? Açıkçası ben duymamıştım. Zaten en yakınlarının bile "isim benzerliği" sandığı bu durumu, yeni öğrenmeme onlar da hiç şaşırmadı. Bilgiye yeni vakıf olmamı sağlayansa Yarkın Ritm Grubu'nun bu akşam kardeşleri Ferda Anıl Yarkın ve Erkan Oğur'la İstanbul'da İş Sanat'ta vereceği konser oldu. Üç kardeş, Enstrümani adını verdikleri konserde ilk kez aynı sahneyi paylaşacak. Biz de bu vesileyle Yarkın kardeşlerle buluşup müzik yaşamlarını ve konserin detaylarını konuştuk.
Ferda Anıl Yarkın, özellikle 90'lı yıllarda Üzülme, Sonuna Kadar, Evlilik Aşkı Öldürüyor gibi şarkılarla müzik dünyasında adından sıkça söz ettirmiş, listelerde bir numarada kalmıştı. Uzun süredir de piyasada adını duyamıyorduk. Meğer daha çok, ustası olduğu kemanla ilgileniyormuş.
1994'te Fahrettin ve Ferruh Yarkın'ın kurduğu Yarkın Ritm Grubu ise, Türk dinleyicisinin ne yazık ki fazla önem vermediği ama dünyanın her köşesinde tanınan bir grup. Türk ritmleri ve ritm sazlarını yurtdışında büyük konser salonlarında tanıtan grup her yıl İş Sanat'ta verdiği konsept konserlerine bu yıl “Enstrümani”yle devam ediyor. Konserde kardeşleri Ferda Anıl Yarkın ve Erkan Oğur onlara eşlik edecek. Türküler, popüler şarkılar ve Türk müziğinden sözlü ve enstrümantal parçalar çalınacak.
Konser vesilesiyle kardeş olduklarını öğrendiğim Ferda, Ferruh ve Fahrettin Yarkın'la Yeniköy'de en sevdikleri kafede buluştuk. Ve tabii ki ilk sorum "Peki biz neden sizin kardeş olduğunuzu hiç duymadık ya da sizi hiç aynı sahnede izlemedik" oldu. Verdikleri cevapsa çok netti "Hiç ihtiyaç duymadık."

MÜZİĞE İLK ADIMI FERDA ATTI
Ferruh Yarkın sözlerine şöyle devam ediyor: "Kardeşini almış gelmiş, demelerini istemeyiz. Çok yakın arkadaşlarımız bile Ferda'nın kardeşimiz olduğunu bilmez. Bu, utancımızdan değil. Söylemek anlamsız geliyor. E bundan çıkarımız da yok. Sadece soranlara söylüyoruz." Ferda Yarkın ise bunu onaylayıp bir anıyla devam ediyor: "Bana da 'Duydun mu, Yarkın Ritm Grubu diye bir grup varmış' diyorlar. Hatta Sezen Aksu, Yarkın Ritm Grubu'nun ilk albümü çıktığında çok beğenip bir ay dinlemiş. Sonra da beni arayıp, 'Sen onları tanıyor musun' diye sordu."
Üç kardeş, birbiriyle sohbet ederken çok eğleniyor, onlarca anı anlatıyorlar. Ferda Anıl Yarkın'ın ağabeylerine nasıl gıptayla ve saygıyla baktığıysa gözden kaçmıyor.
Onlara en çok merak ettiğim ikinci soruyu, "Küçükken ailede nasıl bir yaşam vardı, müziğe ilk kim adım attı" sorduğumdaysa Ferruh Bey gülerek cevap veriyor: "İnanmayacaksınız ama babamızdan sonra başı çeken Ferda oldu. Daha ilkokula başlamadan, alfabeden önce notaları öğrendi. Çünkü babamız zaten sürekli müzikle uğraşıyordu. O, tambur çalarken uyurduk. Evde müzik eksik olmazdı. Ama yine de önceliği Ferda kaptı."
Fahrettin Bey de ekliyor: "Biz okul koşturmacasındayken Ferda evde sürekli müzikle birlikteydi. Eve Zeki Müren, Yıldırım Gürses gibi müzisyenler girip çıkarken hepsiyle görüşüyor, onlardan etkileniyordu. Bu yüzden a,b,c yerine do,re,mi'yle atıldı hayata. Sonra da konservatuvara ilk giden o oldu. İlkokuldan sonra hemen başladı. Biz ancak liseden sonra gidebildik."

FERRUH SINAVIMDA GÖZETMEN OLDU
Ferda Anıl Yarkın, her ne kadar usta bir kemancı olarak bilinse de müziğe ilk, trompetle başlamış. Hatta ünlü trompetçi İmer Tümer'le sınıf arkadaşıymış: "Trompeti çok seviyordum ama böyle bir enstrümanı evde çalmak çok zordu. Tıkaçla bile denedim ama olmadı. Babam tambur çalıyordu. Sanırım ondan da etkilenerek Türk Müziği Devlet Konservatuvarı'na geçtim. Ağabeylerim de liseden sonra geldiler. Ama ben hâlâ öğrenciyken onlar öğretmen oldu. Hatta bir keresinde Ferruh sınavıma gözetmen olarak girdi."
Yarkın Ailesi'nin evinde müzikal anlamda yok yokmuş. Ferruh Bey kanun çalarken, Fahrettin Bey de ritm çalıyormuş. Babaları da tambur. "Peki anneniz bu duruma ne diyordu" diye sorduğumdaysa yine aralarında gülüşmeler başlıyor ve Ferda Anıl Yarkın anlatıyor: "Biz lisede okusak da akşamları farklı gazinolarda çalmaya giderdik. En zor durumdaki de annemizdi. Çünkü hepimiz farklı saatlerde gidip geliyorduk. Her saat yemek hazırlıyordu, hem de herkesin damak zevkine göre. Bir de hepimizin takım elbisesini hazırlamakla uğraşırdı. Gazinodan döneceğimiz saatlerde de camda beklerdi. Eşi olmayan bir kadındı. Biz yetmezmişiz gibi eve girip çıkan diğer müzisyenleri de dinlerdi. Bazı günler neredeyse 50 kişi olurdu."

HEM ÇALSIN
HEM SÖYLESİN
Evin içinde geçen müzikle dolu yaşamdan sonra büyüdüklerinde tabii ki farklı yollara devam ettiler. Ama her biri müziğin farklı alanında usta oldu. Sonunda Yarkın Ritm Grubu, Enstrümani konseri için kardeşleri Ferda Anıl Yarkın ve Erkan Oğur'la konser vermeye karar verince aynı sahnede buluştular. "Neden şimdi" diye sorduğumdaysa; "Yaklaşık yedi yıldır İş Sanat'ta konserler veriyoruz, yurtdışından solistler çağırıyoruz. Bu sefer hem enstrüman çalan, hem de şarkı okuyabilen birileri olsun istedik. Bunun üzerine Ferda Anıl Yarkın ve Erkan Oğur'u davet ettik. Çünkü ikisi de Yarkın Ritm Grubu'nun müziğini engellemeyecek, her çaldığımıza adapte olabilecek sanatçılar" diyorlar.
90 dakika sürecek konserde Yarkın Ritm Grubu ve Erkan Oğur'un muhteşem şarkılarının yanı sıra, Ferda Anıl Yarkın'ın Üzülme, Sonuna Kadar, Evlilik Aşkı Öldürüyor gibi bir dönemin popüler şarkılarını da farklı bir yorumla dinleyebilirsiniz.

3AS MI
3F Mİ
Yarkın kardeşler, üçünün birlikte sunacağı bir kültür sanat porgramı hazırlamayı planlıyor. İsmini de üçünün de ismi "f" harfiyle başladığından "3F" koymayı planlıyorlar. Bir diğer seçenek de babalarının onlara verdiği isim: "3 As". Hikayesi de Ferda Anıl Yarkın'ın doğduğu döneme dayanıyor. Çünkü babalarının arkadaşları "Neyin oldu" diye sorunca "3 As oldu" diye cevap vermiş.

(Deniz İnceoğlu - Hürriyet Keyif 20.03.2010)

15 Mart 2010 Pazartesi

Bu dergide herkes başka yola saptı

Uzaktan gördüğünüzde ya da işlerine baktığınızda çok cool, havalı ve bir o kadar da ulaşılmaz görünür fotoğrafçı Mehmet Turgut. Ama yanına yaklaşıp "Merhaba" dediğinizde bana göre dünyanın en sıcak kanlı ve konuşkan insanıdır.
Kendisiyle ilk tanışmam geçen yıl haber için gittiğim Sanatorium Sivil Sanat İnsiyatifi'nin Tünel yakınlarındaki galerisinde olmuştu. O zaman sergideki fotoğrafları için "Sanatoriumdan yola çıkarak şizofrenik bir durumun dışa vurumunu gösterdim. Bunun için de fotoğrafların ismi hastanelerde en ciddi rapor olan 46 ile başlayıp 46.5 ve 47 diye devam ediyor. Sanatçının kendi içinde şizofrenik durumları olabilir. Kötü kanın akıtılması ile tabir edebileceğimiz bir çalışma" demişti.

MEHMET TURGUT
BENİ BAŞTAN YARAT

İşte bahsettiği şizofrenik durumun dışa vurumu olan 46, şimdi muhteşem bir dergi olarak piyasada.
Daha kapağına bakar bakmaz içinde gerçekten pek çok sürprizin bizi beklediği anlaşılıyor. Örneğin köşe yazarı Ayşe Özyılmazel, stil konuğu olmuş. Çekim için Mehmet Turgut’un gömleğini giymiş. Şarkıcı Bengü, kanadı kopmuş melek konsepti ile orada. Tabii ki bu konuklardan en çarpıcısı kapak fotoğrafında bizi karşılayan Cem Yılmaz'a ait. Yılmaz, giydiği deli gömleğiyle derginin ismine de gönderme yapıyor. Çünkü derginin adı, gerçekten de deli raporundan geliyor. Mehmet Turgut bununla ilgli "Yaşadığımız coğrafyada yaptığınız işle ilgili yeni bir akım yaratmaya ve soluk getirmeye çalıştığınız zaman genelde bu adam deli der geçerler. 46 dergisi de dergicilik konusunda bugüne kadar görmediğimiz bir anlayışla doğdu. Bu sebeple de adını bir deli raporundan alması kaçınılmazdı" diyor.
Turgut'un baştan yarattığı bir diğer isim de Levent Can. Dergide her ay "Motion Pictures" başlığı altında bir konuk, herhangi bir filmden bir karakteri canlandıracak. Can da bu sayı için Wolverine oldu ve bakın karakterle ilgili neler diyor: "O bir mutant... Adeta yenilmez, üstün güçlere sahip bir ölüm makinasına dönüştürülmesine rağmen içinde azıcık kalmış insan tarafına sarılan bir karakter. Sakin, mazbut bir yaşam sürme amacıyla onu yaratanlara baş kaldıran bir karakter."

110'DAN İTİRAFLAR


Dergiyi heyecanla karıştırırken, benim için daha da güzel bir hâl almasına Aycan Çevik'in 110 grubuyla yaptığı röportajı vesile oldu. Geçen aylarda USB bileklik şeklinde çıkardıkları son albümleri "Sıfır"la herkesi çok şaşırtmışlardı. Şimdi de dergi için Fethi Karaduman'ın çektiği fotoğraflarda astronot kıyafeti giymeleri, solist Candan Tezel'in komik şakalar yapılacak olmasını göze alarak bir maymunla el ele yürümesi farklılıklarını bir kez daha ortaya koyuyor. Röportajlarındaysa pek çok şeyi itiraf ediyorlar:
"Hatalar yaptığımız oldu, bu kez onları tekrarlamayacağız dedik. Yalnız başından beri tam anlamıyla mainstream oynayan bir grup değildik. Menajerimizin oynaması, bize yol göstermesi gerekiyor. Öyle bir insan yoktu başımızda. Sonunda bu albümde o işi çözdük galiba. Aradan sıyrılman için farklılaşman gerekiyor artık. Sahne şovun olsun, kostümün olsun, şarkıların olsun ya da albümü insanlara nasıl ulaştırdığın olsun, bir yol bulman lazım. Albümü USB formatında çıkarırken ‘farklı olalım’ düşüncesi yoktu. 'Albüm satmayacak, bari USB’de çıkaralım, alanlara koleksiyonluk bir şey verelim' dedik. Ama işin yarattığı etki beklediğimizden farklı oldu ve hesaplamadan farklılaşmış olduk."
Görsel yönetmenliğini Arda Aktaş’ın üstlendiği, sorumlu yazı işleri müdürünün Çiğdem Yakar, yayın yönetmeni ise Eren Erdem olduğu dergiyi www.46magazine.com'dan da inceleyebilirsiniz.

(Deniz İNCEOĞLU - Hürriyet Keyif - 13.03.2010)

4 Mart 2010 Perşembe

Manga'ya Eurovision mu çarptı?

Manga!
Hatırlıyor musunuz 2004'te çıkardıkları ilk albümde kendilerini gizleyip sadece yarattıkları anime karakter Spa'yı öne çıkarmaları ne kadar konuşulmuştu. Türkiye'de hem müzik, hem de klip alanında büyük bir farklılığa imza atmışlardı. Zaten bunu albümlerinin 180 binin üzerinde satıp MÜYAP'tan Altın Plak kazanmasıyla da kanıtlamışlardı.
Kendilerini o kadar iyi bir yere oturtmuşlardı ki, ilk albümün ardından beş yıl hiç yeni bir şey yapmamalarına rağmen hayran kitlesinden bir tane bile fire vermediler. Tek albümle 250'nin üzerinde konser verme imkânı buldular.
Geçen yıl çıkardıkları ikinci albüm Şehr-i Hüzün’deki “Beni Benimle Bırak” parçası, albümü listelerde üst sıralara taşıdı ve adını yılın albümleri arasına yazdırdı. 2009'da MTV kanalı tarafından "Avrupa'nın en iyi sanatçısı" da seçilmiş olduklarından olacak, TRT bu yıl Norveç'te düzenlenecek 55. Eurovison Şarkı Yarışması'nda ülkemizi temsil etmesi için onları tercih etti.

KENDİLERİNDEN TAVİZ VERMEDEN DE OLABİLİRDİ

Peki tercih etti de ne oldu?
Bu kadar başarıya imza atmış, farklılıklarıyla öne çıkmış bir grubun şarkısını dinleyince siz neler hissettiniz?
Açıkçası ben, hayal kırıklığına uğradım!
Duyduğum sadece Türkiye'de yeni çıkan pop sanatçılarının bile yapabileceği bir müzik ve şarkı sözleriydi. Tabii bir de kaç yıldır Eurovision'a katılan Türk şarkılarında duyduğumuz darbuka sesi. Evet kabul ediyorum, Eurovision'un kültürüne uyan bir şarkı ama bizim bildiğimiz Manga bu değildi.
Böyle "tarz" bir grubun, böyle "basit" bir parçayla sahneye çıkması gerçekten yadırganacak bir durum. Evet belki onlara oy verecek olan diğer ülke vatandaşları şarkıyı çok beğenecek olabilir ve hatta Manga'yı birinci sıraya bile taşıyabilirler. Ama Manga, kariyerindeki farklı duruşu bilen Türk izleyicisine bu şarkıyı nasıl anlatacak onu bilemiyorum...
Tanıtım çekimindeki kıyafetler için birkaç söz söylemeden de edemeyeceğim.
Bizim bildiğimiz Manga'nın grup üyeleri farklı şapkalar ve aksesuvarlar kullanmayı severdi. Ama bu kez karşımızda tıpkı opera şarkılarını popa dönüştüren Il Divo grubu gibi bembeyaz bir takım elbise giymiş solist Ferman Akgül hayret uyandırıyor. Kendisini normalde böyle görmeye alışık değiliz. Umarım Eurovision gecesi her zaman görmeye alışık olduğumuz haline geri döner.
Son olarak 2006'da Finlandiyalı Lordi grubunun kendinden hiçbir taviz vermeden Eurovision kültürüne hiç uymayan hard rock bir şarkı ve kostümlerle bu yarışmayı kazandığını hatırlatmakta da fayda var diye düşünüyorum!
Siz de benim gibi düşünüyor ya da buna karşı çıkıyorsanız fikirlerinizi sağ taraftaki ankette belirtebilirsiniz.

(Deniz İNCEOĞLU - Hürriyet Keyif - 6.7.2010)

1 Mart 2010 Pazartesi

Bu festival bir gün değil, bir yıl sürecek

Önümüz 8 Mart. Yani Dünya Kadınlar Günü.
Her yerde kadınlar ve onların hakları için çeşitli etkinlikler düzenlenmeye başlıyor. Çoğu da söyleyeceğini ya bu tek güne ya da tek haftaya sığdırıp işi geçiştiriyor. Bunların geleceğe ne kadar iz bırakacağıysa ayrı bir tartışma konusu olur...
Benim anlatacağım proje, küratörlüğünü Ayşegül Sönmez’in, sergiler küratörlüğünü de Arzu Yayıntaş’ın yaptığı büyük bir proje: Aile Ağacı. Tam adıyla "Kadın Başına Bir Festival: Aile Ağacı Projesi".
Adından anlaşılacağı gibi bir aile gibi büyüyecek bu proje, sadece bu 8 Mart günü ya da haftası olmayacak. Ta 2011'in 8 Mart'ına kadar sürecek.
Peki neler mi olacak?
İlk etkinlik 7 Mart'ta Garajistanbul'da. Gazeteci Ayşegül Oğuz yönetiminde farklı sınıftan, yaştan ve semtten 150 kadına hangi şarkıları sevdikleri sorulmuş. 7 Mart gecesi de kadınların sevdikleri bu şarkıları DJ Hardcore Süreyya'nın çalacağı bir parti düzenlenecek. Aynı şarkılardan karaoke de yapılacak. Gecenin sonunda "İyi saatte olsunlar" grubu sürpriz bir performans sergileyecek.

KENDİ MANİFESTONUZU GÖNDERİN

Festivalin asıl açılışı ise 8 Mart saat 17.00'de yine Garajistanbul'da başlayacak olan Manifesto Koşusu'yla yapılacak. Ama bu bildiğiniz koşulardan değil, sadece bir gönderme. Ve gerçekleşebilmesi için, sizin de katılımınız şart. Nasıl mı?
Sadece bir manifesto göndereceksiniz. Tabii ki bunun illaha da ağdalı cümlelerle yazılmış, önemli mesajlar veren uzun bir metin olması gerekmiyor. Sevdiğiniz bir şiiri, bir şarkının nakaratını, romandan bir alıntıyı ve hatta çektiğiniz ya da sevdiğiniz bir video görüntüsünü de proje ekibine gönderebilirsiniz. Örneğin şimdiye kadar bir sanat tarihçisi hiç bilinmeyen bir kadın sanatçının biyografisini yollamış, Travesti Gerilla Hareketi bir şeyler karalamış, birisi sevdiği bir kadın şarkıcının en sevdiği şarkısının sözlerini yollamış. Peki bunları yollayacaksınız da ne olacak...
İster o gün orada olun, ister olmayın, sizin gönderdiğiniz de dahil tüm manifestolar sahnede okunacak. Kimisi kendininkini, kimisi de yine oradaki bir katılımcının manifestosunu seslendirecek. Asıl amaç, çok sesliliği yakalayabilmek. Ve en önemlisi de bu manifestoların sahipleri sadece kadınlar değil, tüm toplumsal cinsiyet asimetrisi mağdurları olacak. Ayrıca aktivistler, akademisyenler ve pek çok sanatçı biraraya gelecek. Kimlikle ilgili söz söylemek isteyen herkes orada olacak.
Ekibin 2011 yılının 8 Mart'ına kadar devam edecek projeleri arasında pek çok retrospektif sergi ve orta-genç ya da eski kuşağı biraraya getiren bri sergi projesi var. Bunun için de destek bekliyorlar.
Hem manifestolarınızı, hem de destek isteğinizi "kadinbasina@gmail.com" e-posta adresine ya da "Kadın Başına Bir Festival" adına "Urban Kafe Kartal Sokak No:6/A Beyoğlu İstanbul" posta adresine gönderebilirsiniz.

(Deniz İnceoğlu - Hürriyet Keyif - 27.02.2010)

23 Şubat 2010 Salı

Don Kişot'un hayal dünyasına girin

Geçen hafta Kadıköy Süreyya Operası'nda Don Kişot'un hayal dünyasındaydım. Nasıl mı? Muhteşem bir bale galasıyla. İstanbul Devlet Opera ve Balesi'nin (İDOB) başarılı dansçılarının sahnelediği eser Don Kişot, Miguel de Cervantes’in aynı ismi taşıyan romanından Ludwig Minkus’un bestesiyle bale sahnesine taşınıyor. İlke Kodal ve Arkın Zirek'in başrolleri paylaştığı galada karşılaştığım muhteşemlik eminim sizi de etkileyecek.
Hikayeyi herkes biliyor, uzun uzun anlatmaya gerek yok. Adı üstünde Don Kişot bu!
Sürekli şövalye serüvenleri okumaktan aklı karışmış yaşlı, aristokrat ve aklına koyduğunu yapan bir kahraman. Ve karışmış aklının ona gösterdiği pek çok hayal... İDOB'un başkoreografı Mehmet Balkan'ın yönetiminde sahnelenen Don Kişot balesinde de aynı kahraman, aynı hikaye, aynı hayaller var...
Süreyya Operası'nın kıpkırmızı perdesi açıldığında muhteşem bir çizimle karşılaştık. Ana perdenin arkasından çıkan Don Kişot, Sanço Panza ve meşhur yeldeğirmeninin olduğu bu çizimi dekoratör Tayfun Çebi tasarlamış. Onu izlerken bize Minkus'un besteleri eşlik ediyor.
Birkaç dakika sonra da heyecanla beklediğimiz cesur yürekli kahraman Don Kişot çıkveriyor. Kendini nasıl şövalye ilan ettiğini izledikten sonra uşağı Sanço'yla yaşadığı maceralar başlıyor. Bu maceranın kahramanları tabii ki Don Kişot'un aşık olduğu Dulcinea (Deniz Zirek), güzeller güzeli Kitri (İlke Kodal) ve yakışıklı genç Basil'di (Arkın Zirek).

HAREKETLİ SAHNE ŞART
Dediğim gibi macerayı anlatmaya gerek yok. Zaten hepimiz biliyoruz. Burada öncelikle dekoru, ardından başarılı koreografiyi ve tabii ki dansçıları anlatmak şart.
Tayfun Çebi'nin hazırladığı dekor için bir bale dekoru demek hafif kalır. Adeta opera izliyormuş gibi hissediyor insan. Özellikle balerin İlke Kodal'ın sahneyle ilgili şu şekilde yakındığını duyunca; "Keşke sahne daha büyük olsaydı. Çünkü istediğimiz kadar yayılamadık. Ama mecburduk. Çünkü klasik baleyi bıraktığınızda, o da sizi bırakıyor" dekoratörün o görkemli dekoru ne tür zorluklarla yarattığını hayal edebiliyorsunuz. Gözler bir de dekor değişen bölümlerde ister istemez AKM'nin hareketli ve hacimli sahnesini arıyor tabii...
Avrupa’nın en iyi 10 koreografı listesine üç kez giren Mehmet Balkan, Don Kişot'taki farklılığını da göstermiş. Pek çok koreografide arka planda, bir figüran gibi kalan Don Kişot, onun sayesinde daha ön planda kalıyor. Ve bakın Mehmet Balkan, Don Kişot'un İstanbul'da başına gelenleri nasıl anlatıyor: "Bir uyuz beygir, sersem bir at uşağı ve şizofreni maskesi ardına gizlenmiş ihtiyar bir beyefendi. Sahnede matador pelerinleri, tütüler ve pointlerle yeniden hayat buluyor. Nureyev, Baryshnikov gibi önemli koreografların Don Kişotlar'ında dans ettiğim dönemde hep, bu ihtiyar şövalyeye haksızlık edildiğini düşünürdüm. Bugüne kadar onlarca koreografa yan karakter olmuş La Manchalı yiğite başrol vermekteki amacım, ona itibarını iade etmekti."

DON KİŞOT'TA ÜÇÜNCÜ KEZ BAŞROLDE PARTNERLER
Arkın Zirek ve İlke Kodal. İkisi de İstanbul Devlet Opera ve Balesi'nin en önemli dansçılarından. Sahneye çıktıkları her an izleyiciyi büyülemeyi başarıyorlar. Don Kişot'ta Kitri ve Basil'i canlandıran ikili hem hareketli, hem de romantik düetleriyle izleyicinin, elleri kızarıncaya kadar alkışlamasını sağladılar. Çoğu kişi kendini tutamayıp dans bitmeden bile alkışladı. Aslında canlandırdıkları her karakteri çok iyi sahneliyorlar ama Don Kişot'un yeri onlar için çok ayrı. Aynı dönemde okudukları konservatuvarın bitirmesinde Don Kişot2un bir bölümünde birlikte dans ettiler. Ardından 2001 yılında Don Kişot'un reprodüksiyonu sahnelendiğinde bu kez sahnede yine aynı karakterler için biraraya geldiler. Dokuz yıl sonra aynı eser için yeniden biraraya gelmelerini bakın nasıl anlatıyorlar...
Arkın Zirek
HALKI TEMSİL EDİYORUM
Her balet, kariyerinde bir kez de olsa Don Kişot'taki Basil olmak ister. Çünkü Don Kişot balesi, Kuğu Gölü ve Uyuyan Güzel furyasından sonra klasik bale repartuvarının mihenk taşlarından sayılıyor. Balede herkesin fiziğine ya da karakterine göre prens, halk çocuğu ya da fakir köle gibi karakter yakıştırmaları yapılır. Ben halkı temsil eden taraftanım. Seyirciyle iletişim kurmayı daha çok seviyorum. Asil kan taşıyan, prens gibi bir rolü üstlenmektense halktan biri olarak dans etmeyi tercih ederim. Çünkü temsilde seyirciyi sahneye almayı seviyorum. 2001'de Basil olarak dans ettiğimde üzerimde tatlı bir sersemlik vardı. Çok genç, bitirim ve ateş doluydum. Şimdi hayatın çemberinden geçmiş, her şeyden haberdar bir şekilde ama yine aynı heyecan, ateşle doluyum. Sadece daha oturmuş bir karakter çıkıyor ortaya. Bir de eskiden kendimi daha fazla öne çıkarırdım. Artık sadece Basil'im.

İlke Kodal
"BİZ OLDUK" DEMİYORUZ
Konservatuvardayken dans etmek istediğim öncelikli eserlerden biriydi. Her şeyi barındıran bir hikayesi var. 2001'de yine Arkın Zirek'le dans ederken çok genç ve tecrübesizdim. Yeniden beraber dans edeceğimizi öğrenince çok sevindik. Çok uzun zamandır beraber dans etmiş olmanın verdiği güven, iyi bir enerji veriyor. GÖzümüzün ucuyla birbirimize baktığımızda ne yapacağımızı anlayabilen dansçılar olduk. Son gösterilerde bunun keyfini daha çok çıkartıyoruz. Bir bütün olduk artık. Bu bütünlük sadece sahnede değil, sosyal hayatımızda da görüşüp birbirimizi yakından tanımamıza da dayanıyor. Ama bu tanışıklığa bilinçli yaklaşıyor ve her şeye yeniden başlıyormuş gibi davranıyoruz. Hiçbir zaman "Biz olduk" demiyoruz.

-----**-----
Müzik düzenlemesi Andrea Barlog Dekor Tayfun Çebi Kostüm Serdar Başbuğ Don Quixote Cenk Karayel/Serkan Çelik/Benan Göktan Dulcinea Deniz Zirek/Ebru Mıhçıoğlu Kitri İlke Kodal/Tülay Yalçınkaya/Deniz Zirek/Zuhal Balkan Basil Arkın Zirek/Selim Borak/Berk Sarıbay/Erhan Güzel/Melih Mertel Espada Onur Tunay/Mehmet Nuri Arkan.
**Eseri 24-27 Şubat ve 2-6-10-13-16 Mart'ta Kadıköy Süreyya Operası Sahnesi’nde izleyebilirsiniz. Tel: 0216 356 15 31.


(Deniz İNCEOĞLU - Hürriyet Keyif - 21.02.2010)

17 Şubat 2010 Çarşamba

'40'ı keşfedin

Yıllardır Los Angeles'ta yaşayan, Requiem for a dream gibi filmlerde çalışan Emre Şahin, yazıp yönettiği ilk uzun metraj filmi 40 ile "!f İstanbul AFM Uluslararası Bağımsız Filmler Festivali"nin Keşif Bölümü'nde yarışacak. Filmde Kanlı Elmas filminden Ntare Mwine, Yaprak Dökümü dizisinden Deniz Çakır ve Krek Tiyatro oyuncularından Ali Atay başrollerde. Türk-Amerikan ortak yapımı film, Altın Portakal Film Festivali’nde Behlül Dal (Genç Yetenek) Jüri Özel Ödülü’ne de lâyık görülmüştü. Şimdi bu filmi 19-21 Şubat'ta festivali kapsamında izleyebilirsiniz.
Belki de amcasının tiyatrocu, babasının televizyoncu olması etkili oldu Emre Şahin'in 16 yaşında sinemacı olmaya karar vermesinde. Lisenin son iki senesini annesinin yanına gidip, Washington'da bitirdi. Bu dönemde arkadaşlarıyla sözde kısa filmler, çok ciddi olmayan şeyler çekti. Senaryo yazımı, tek başına yapılabileceğinden çoktan bir şeyler karalamaya başlamıştı bile. Ama onun dönüm noktası, sinemayı gerçekten istediğini anladığı zaman, Pulp Fiction'ı seyrettiğine oldu: "1994'te Tarantino'nun Pulp Fiction filmi çıktığında çok etkilendim. Sanırım sinemada 15 kez seyretmiştim. Oyunculuk, senaryo, yönetmeni... film her açıdan çok etkileyiciydi. Şimdi alıştık ama o yıllar için örneği olmayan, süper bir filmdi. Yarı komedi, yarı değil, birden başkahraman ölüyor, zamanı karmakarışık...Tam bana göre. Bu film sayesinde nasıl senaryolar yazmak istediğimi kavradım" diyor Şahin.
Bundan sonra da karışık konuları olan ve özellikle de İstanbul'da geçen kısa film senaryoları yazdı. İstanbul'u seçmesinin sebebi çok zengin bir şehir olması, gri havası, bilinmeyen sokakları ve tabii ki biraz da özlem. Hakkında pek çok film çekilmiş olmasına rağmen İstanbul'un hâlâ yeterince işlenmemiş olduğunu da düşünüyor.

200 BELGESEL ÇEKTİ

Şahin, üniversitede sinema eğitimi aldı. Son senesinde staj için Los Angeles'a gitti. O günden beri de orada çalışıp yaşıyor. Burada Panavision'daki stajı sırasında tüm angarya işleri yaptı ama bu hem o camiada tutunmasını sağladı, hem de işi öğrenmesini. "Requiem for a dream"in setine gittiğindeyse bu işi neden çok sevdiğini bir kez daha heyecanlanarak hissetti.
Bir gün karısı Sarah bir belgesel projesine katıldı. Dokuz ayda dünyayı dolaşaklardı. Şans eseri bir kameraman arıyorlardı ve tabii ki Emre Şahin hemen talip oldu. Sarah'yla sekiz sene boyunca neredeyse dünyanın her yerine gidip 200'e yakın belgesel çekti. Son çektiklerinden "Day after disaster"ı Türkiye'de History Channel'da izleyebilirsiniz. Washington'da bir nükleer bomba patlasa Amerikan hükümetinin ne yapacağını anlatan bir konusu var.
Ama Emre Şahin'in aklı hep sinemadaydı. Hep doğru zamanın gelmesini bekledi: "Sarah'yla Karga7 adlı bir yapım şirketi kurduk Los Angeles'ta. Orası kendi kendini yürütmeye başlamıştı. Kendimizi tekrar etmek istemiyorduk. Kafamdaki senaryoyu bitirmeye başladım. 2004'te İstanbul'da 'Çanta' adlı bir kısa film çekmiştim. Pek çok festivalde ödül kazandı. Oradaki temalar, 40'ın başlangıcı oldu."

TEHLİKELİ YERLERDE ÇEKİM YAPTIK

Sulukule, Tarlabaşı, Aksaray gibi ilçelerde yapılan çekimler bir buçuk yıl sürdü. Emre Şahin'in Amerika'daki şirketinden ekip geldi ve unutamayacakları maceralar yaşadılar: "Çekim yaptığımız yerler çok tekin değildi. Korunmak için bazı insanlara para vermeniz gerekti. İstanbul'un farklı bir yönünü öğrendik bu sayede. Önce çekeceğimiz mekanı belirledik sonra mahallelerdeki kahvelerde bazı kişilerle görüşüp koruma istedik. Bazı sokaklardan geçemiyorduk bile gruplardan dolayı. 'Bu kadar yolu bunun için mi geldin' diyenler oldu. Evet bir çılgınlık, delilik yaptık. Yapımcılar burayı tanımadığımız için kör cesaretiyle daha rahat olduğumuzu düşünüyor."

SEZEN AKSU FİLM İÇİN ŞARKI YAZDI
Film henüz gösterilmeden internette yayılan fragmanı çok konuşuldu. O kadar yayıldı ki Sezen Aksu tamamen kendi isteğiyle şarkı yazmak istedi. Ceza da filme üç şarkı yazdı. Ama bu şarkıları festival versiyonunda duyamayacağız. Vizyona girdiğinde olacak.

ÜÇ KARAKTER VE İSTANBUL BAŞROLDE
Filmde iki erkek bir kadın olmak üzere dünyaya bakışaçısı farklı karakterler var. Başta üçü de birbirini tanımıyor. Bir tanesi saf, iyi niyetli, her şeyin olabileceğine inanan Ntare Guma Mbaho Mwine'nin canlandırdığı bir Afrikalı. Nijerya'da çocukken zengin bir kıza aşık oluyor. Büyüdüklerinde kız Paris'e gidiyor. Çocuğun aklıysa hep onda. Biriktirdiği parayla kaçak gemiye binip Paris diye İstanbul'a geliyor. Amacı yine para biriktirip Paris'e gidebilmek. İkinci karakter, Deniz Çakır'ın canlandırdığı Sevda hemşire. Hayatına bir anlam verebilmek için yenilikler deniyor. Son denemesi de numeroloji. Üçüncü karakter de Ali Atay'ın canlandırdığı Metin. Çocukken babasını öldürüp İstanbul'a kaçmak zorunda kalan biri. Tarlabaşı'nda taksici ama aslında uyuşturucu kuryeliği yapıyor. Hayatında hiç bir şeyin iyi gitmeyeceğine inanıyor.
Üçünün arasında dönüp duran parayla hayatlarının nasıl değiştiğini görüyoruz. Tüm hikayelerin altında ise ciddi bir karamizah olduğu görülüyor.

BAZI SAHNELERİ GEZERKEN ÇEKTİK

Filmin bir diğer başrolü de İstanbul'a ait. Yönetmen Emre Şahin şöyle anlatıyor: "İstanbul filme çok şey katıyor. Bu yüzden bazı sahneleri belgesel gibi çektik. Tarlabaşında, Sulukule'de öylesine yürürken başımıza gelen şeyleri kameraya aldık. Yani filmin bazı bölümleri doğaçlama ya da başka bir deyişle gerçekten hayatın içinden oldu.
Sokaklarında dolaşmaya cesaret edilemeyen, çoğu zaman polisin "Biz sizi koruyamayabiliriz" dediği yerlerde çekimler yaptık. Filmi izleyenler arasında İstanbul'da böyle yerler olduğunu bilmeyenler vardı.

-----***-----
40, numaralojide kader anlamına geliyor. Sevda karakterinin hayatını numaralara göre organize etmesi 40 ismini seçmemizin sebeplerinden biriydi.
-----***-----

40'IN NE FARKI VAR
*Kültür Bakanlığı'ndan, sponsorlardan para almadan bağımsız çekildi.
*Posterleri Hollywood’da yaşayan ünlü tasarımcı Emrah Yücel yaptı.
*Emrah Yücel ayrıca bu filmle ilk yapımcılık deneyimini yaşadı.
*Filmde Heroes ve Kanlı Elmas'tan tanıdığımız Ntare Guma Mbaho Mwine de oynuyor. Film için Türkçe de konuştu.
*Filmin görüntü yönetmeni Emmy adaylı Clint Lealos.


(Yazı: Deniz İNCEOĞLU Fotoğraf: Levent ARSLAN - Hürriyet Keyif - 13.02.2010)

11 Şubat 2010 Perşembe

7 yaşında ama resimleri 900 Pound

Boşuna gözlerinizi ovuşturmayın. Evet başlığı doğru okudunuz!
Fotoğrafta gördüğünüz bu afacan bakışlı, minik ressam Kieron Williamson henüz 7 yaşında ve resimleri 900 Pound civarında satılıyor. İnanmakta zorluk çekeceğiniz bir bilgi daha; yapacağı yeni işleri almak için sırada bekleyen tam 680 kişi var. Resim bulamayanlar arasında okul kitaplarını satın almayı bile teklif edenler var.
Neden mi?
Çünkü son açtığı sergideki 16 işi tam 14 dakikada satıldı. Yani bu ufaklığın banka hesabında şu anda tam 18 bin 200 Pound yatıyor.
Peki ama bu nasıl oldu?

GÖREMEDİĞİM YERLERİ DÜŞÜNÜYORUM

Kieron Williamson, İngiltere Norfolk’ta annesi, babası ve kardeşiyle yaşıyor. Annesi “İki yıl öncesine kadar hiçbir şey çizmezdi. Hatta biz, onun için dinozorlar çizerdik, o sadece boyardı. Dönüm noktası ailece ilk kez Devon ve Cornwall’a tatile gitmemiz oldu. Oradaki tekneleri ve manzarayı çok sevdi. Ardından da bizden kağıt istedi ve çizmeye başladı. Bir daha da durmadı” diyor.
Ailesi önceleri bu durumu herhangi bir çocuğunki gibi sandı. Ama bir süre sonra Kiero onlara cevabını veremeyecekleri teknik sorular sormaya başlayınca yerel sanatçılardan Carol Ann Pennington’dan yardım istediler. Kieron normal bir resim öğrencisi değildi. Çok fazla soru sormuyor, sadece izliyordu. Diğer öğrenciler gibi gördüğünü kopyalamıyor, mutlaka kendi yorumunu katıyordu. “Resim yapmayı seviyorum çünkü çok eğleniyorum. Göremediğim yerleri düşünmemi sağlıyor” diyor.

Kieron haftada altı resim yapıyor. Uzmanlar resimleri hakkında “Gölgelendirme ve perspektif için sofistike bir vizyona sahip. Eserleri olgun bir sanatçının elinden çıkmış gibi ve her galeride yeri hazır görünüyor” diyor. Onun hayran olduğu sanatçı ise zamanında Norfolk doğa manzaraları yapmış, 1974’te hayatını kaybeden Edward Seago. Son ana kraliçe de onun büyük hayranıydı ve pek çok resmini satın almıştı. Kieron da resimlerini çoktan kraliçeye göndermiş bile. Bir sonraki hedefi bir tane de Prens Charles’a göndermek.
Eh ne diyelim. Artık siz de çocuklarınızın yaptığı resimleri buzdolabının üzerine asıp bırakmak yerine daha fazla dikkate alırsınız herhalde.
(Deniz İnceoğlu - Hürriyet Keyif - 13.02.2010)

4 Şubat 2010 Perşembe

Haneler dizisi yaratıcılarından yeni oyun: Denizaltında Altı Tahammülfersa

Son dönemin popüler dizisi Haneler'in yaratıcıları olan İstanbul Kraliyet Tiyatrosu ekibinin yeni oyunu hazır. 25 Ocak'ta Ses Tiyatrosu'nda gala yapacaklar. 2005'ten beri Hastasıyız adlı oyunlarını kapalı gişe sahneleyen Ahmet Saraçoğlu, Alper Düzen, Fırat Doğruloğlu, Serhan Ernak, Barış Başar, Murat Akkoyunlu ve yazarlar Saygın Delibaş-Fethi Kantarcı, bu kez daha politik bir oyunla karşımızda: Denizaltında Altı Tahammülfersa". Oyun, IX. Lions Tiyatro Ödülleri’inde “Komedi Toplu Canlandırma” (Comedy Ensemble) ödülü de aldı.
Her biri eski arkadaş olan Ahmet Saraçoğlu, Alper Düzen, Fırat Doğruloğlu, Serhan Ernak, Barış Başar, Murat Akkoyunlu, Saygın Delibaş ve Fethi Kantarcı 2005'te kurdu İstanbul Kraliyet Tiyatrosu'nu. İsimlerini kendi aralarında yaptıkları esprilerle koydular. Sonra da ilk oyunları Hastasıyız'ı sahnelemeye başladılar.

UZUN SÜREDİR ARKADAŞ OLUNCA
SAHNEDE FARKLI BİR DİL YAKALADIK

Oyunu her zaman olduğu gibi Saygın Delibaş ve Fethi Kantarcı yazıp yönetti. Amaçları her yerde, her sahnede oynanabilecek bir oyun hazırlamaktı. Dekoru çok iddialı değildi; sadece sandalyeler... Birkaç kişi biraraya geldiği sürece her yerde sahnelenebiliyor. Bir terapi seansında geçtiği için fazla güncel espriler olmayan oyunu gündemin değişmesi çok etkilemiyor. Belki de bu yüzden beş sezondur durmaksızın sahneleniyor. "Sadece Michael Jackson'ın ölmesi bizi vurdu. Çünkü onunla ilgili bir espri vardı. Artık rahmetli Michael Jackson diyoruz" diyerek gülüyor Saygın Delibaş ve ekliyor "Seyircisi olduğu sürece Hastasıyız'ı kupon oyun gibi her yerde oynayabiliriz. Bu oyunla son üç ayda yaklaşık 35 ile gittik. Beş senedir oynadığımızı düşünürseniz neredeyse gitmediğimiz yer kalmadı. Denizaltında Altı Tahammülfersa için devlet büyüklerimiz değişik laflar ettikçe güncellemeler yapıyoruz. Ama Hastasıyız'da böyle bir şey yok." Hastasıyız'ı beş kere seyredenler bile var. Hatta Adana'ya ikinci kez gittiklerinde seyirciler oyunculardan önce replikleri söylüyormuş. Bir süre sonra oyunun kalitesini fark eden Kanal D Home Video oyunun DVD'sini çıkardı. Ekip bu durumun seyirciyi azaltacağını düşündü ama olaylar tam tersine gelişti. DVD'yi izleyenler arayıp "Ne zaman bizim şehire geleceksiniz" diye sormaya başladılar. Bunun başarıyı uzun süredir arkadaş olmaları ve kendi içlerinde farklı bir espri, dil ve anlayışı sahneye taşımalarına bağlıyorlar. "Yeni oyunda da aynı dili biraz daha genişlettik, perçinledik" diyorlar.

HANELER TİYATROMUZUN TANITIMI İÇİNDİ

Hastasıyız'ın DVD'sinden sonra İstanbul Kraliyet Tiyatrosu'na D Productions'dan teklif geldi. Kanal D'ye Hastasıyız'daki gibi komik bir şeyler yapmalarını istediler. Saygın Delibaş ve Fethi Kantarcı da Haneler dizisini yarattı: "Ferhan Şensoy'un 76'da yazdığı oyuna gönderme yapıyoruz. İsim hakkı alındı. Tabii ki birebir aynı oyun değil ama aynı özellikleri taşıyor. Her bir skeç, belli bir hanede geçiyor. Bunu tiyatro sahnesine taşımamız için izleyiciden istek geliyor ama aklımızdaki plan bu değil. Haneler'in İstanbul Kraliyet Tiyatrosu'na, oyunlarımıza etkisi, izlenebilirliğimiz daha da artsın istedik. Tiyatroya gelenlerin bazıları daha çok eğlendiklerini bile söylüyor. Çünkü orada daha özgürüz. Hem yazarlar, hem de oyuncular istedikleri gibi eleştiri, yorum katabiliyorlar oyuna. Bu da halka biraz daha yaklaşmamızı sağlıyor."

Ahmet Saraçoğlu
KENDİ KRALLIĞIMIZI İLAN ETTİK
2005'te tiyatroyu kurduğumuzda ismi belirsizdi. Saygın, hem bizi ifade eden, hem de biraz değişik, akılda kalıcı "Royal Shakespeare Company" gibi bir şey olsun dedi. Bunun üzerine İstanbul Kraliyet Tiyatrosu olsun diye espriler yaptık, sonunda da öyle oldu. "Çok mu iddialı oldu acaba" diye düşündük ama bu ismi duyan herkesin yüzünde bir gülümseme oluştuğunu görünce hoşumuza gitti. İlk soruları "Kraliyet mi" oluyordu. Kendi krallığımızı ilan ettik gibi oldu. Kendi kendimizi ti'ye almamız, kendimizle dalga geçmemiz olarak da görülebilir.


DENİZALTINDA NELER OLUYOR
Eski, miadını doldurmuş “Dübür Bey” adlı denizaltının, jilet olmak için Hindistan'a çıktığı son seferin hikâyesi anlatılıyor Denizaltında Altı Tahammülfersa'da. Radarı söktürüp onun parası ile denizaltıya Digitürk taktıran ve gemi kaptanlığından bezmiş olan Kaptan Baykal önderliğinde çıkılan bu son seferde, mürettebatın başına bir deniz yolculuğunda olması imkânsız olan ne varsa gelir. “Dübür Bey”in, hepsi birbirinden farklı özelliklere sahip mürettebatı oyun boyunca zaman zaman; durumu pek de parlak olmayan ülkemiz gerçeğine ve siyasi durumlara da dokunduruyor.

OYUNCULAR KARAKTERLERİNİ ANLATTI
Serhan Ernak - Baykal Kaptan:
Gayet gevşek rahat hiç bir şeyi umursamayan asıl kaptan. hiç bir olaya bulaşmıyor, elini taşın altına sokmuyor. Aslında bu gevşekliği oyunun başından beri huzursuzluk veriyor. Ama sonunda tecrübesi gereği karışıklıkları o toparlıyor.
Ahmet Saraçoğlu - 2. Kaptan Tarık: Baykal Kaptan'ın gemideki gevşekliğinden sıkılıyor. İşine ciddi bakıyor ama 2. kaptan olmanın ezikliğini de yaşıyor. Bu yüzden de darbe yapıp bundan sonra kaptan benim diyor ama sonra kendisi de işin içinden çıkamadığından yeniden seçime gidiliyor.
Alper Düzen - Kıdemli Üsteğmen Batıray Poyraz: Gemide geçmişinde askerlik olan tek kişi. Adı gibi Batıray, tam bir asker. Görev, aksiyon adamı. Gemideki darbelere en çok sevinen kişi.
Fırat Doğruloğlu - Çevreci Prens Tibet: Hayata karşı çok tutarlı olmayan, Greenpeace gönüllüsü bir arkadaş. Sürekli çuvallayan, bir baltaya sap olamamış biri. Son tökezlemesini de düzeltmek üzere kendince çok büyük bir misyon üstlenerek denizaltında göreve başlıyor. Ama yine çuvallıyor.
Barış Başar - Aşçı Seyfi: Kendini bilmez, ne zaman ne yapacağı belli olmayan, çıkarcı, kralcı, her devrin adamı bir karakter. Denizaltında kötü günler başladığında ilk önce Allah'a sığınan bir karakteri oynuyorum.
Murat Akkoyunlu - Makine Mühendisi Neptün: Üniversiteden makine bölümünden mezun olup her mühendis gibi iş bulamayıp denizaltında çalışmaya başlamış biri. Sorunları pratik zekasıyla çözmeye çalışıyor ama beceremiyor. Makine dairesine girmeye bile korkuyor.


Fırat Doğruloğlu
ABDURRAHMAN PALAY'IN KIZI TEBRİK ETTİ
Kadir İnanır'ı taklit ettiğim söylentileri doğru değil. O skeç, Yaban karakteri üzerine kurgulanmıştı. Yazar Saygın Delibaş'la skeci konuştuğumuzun gecesinde ben de pek çok ayrıntıyı biraraya getirerek keyifli hale sokmak istedim karakteri. Sadece Kadir İnanır değildi. Çünkü zaten Saygın da, ben de İnanır'ın oynadığı Yaban karakteri üzerine yoğunlaşmıştık. Rahmetli Abdurrahman Palay'ın ses yorumunu kattım bu karakterin üzerine. Zaten daha çok beğenilen şey de bu oldu. Sonra da Yaban'ın üzerinden bütün klişeleri ti'ye alan bir skeç haline geldi. Bu karakterle ilgili rahmetli Abdurrahman Palay'ın kızı bir arkadaşımla tanışıyor. O anlattı. Palay'ın kızı mutfakta bir şeylerle uğraşırken televizyondan gelen konuşma sesini babasının sanıp hemen odaya koşmuş hangi film diye bakmak için ama beni görünce şoka girmiş. Hemen tebriklerini göndermiş.
Yüksel Altuğ'un programındaki şakaya inanmadım, çok da inandırıcı değildi zaten. Ama söz konusu olan isim Kadir İnanır ve bir canlı yayında olduğumuz için tavrımı hiç bozmadım. Kadir İnanır'a büyük saygım olduğunu her zaman söylerim. Mümkün olduğunca olgun davranmaya çalıştım. Sadece Yavuz Seçkin'in ağır, gereksiz laflar etmeye başladığı bölümlerde bozuldum. Yoksa Kadir İnanır'ın programa bu şekilde bağlanacağı aklımın ucundan bile geçmedi.


TÜKENMEDEN YERİNİZİ AYIRTIN
Haneler dizisinin yaratıcısı İstanbul Kraliyet Tiyatrosu'nun sahnelediği Denizaltında Altı Tahammülfersa, 5-9-10-11-12-20 Şubat'ta. Henüz izlemeyenler için Hastasıyız adlı oyun da 15-16 Şubat'ta. Ayrıntılı bilgi www.istanbulkraliyettiyatrosu.com'da.

(Yazı: Deniz İNCEOĞLU Fotoğraf: Selçuk ŞAMİLOĞLU - Hürriyet Keyif - 17.01.2010)