29 Nisan 2010 Perşembe

Sosyal statü kaybına karşıyız

Rıza Kocaoğlu (31), son haftalarda Ezel dizisindeki tetikçi rolüyle "Olağan Şüpheliler" filmindeki ünlü psikopat katil "Kaizer Soze"ye benzetiliyor. Bundan tabii ki hiç şikayetçi değil. Ama onun asıl öne çıkmak istediği konu, tiyatro. Üç yıl önce İstanbul'un alternatif tiyatro grubu Dot'a, Kürklü Merkür oyunuyla dahil oldu. "Bu özgürlük içinde kendimi buldum" diyen Kocaoğlu, şimdilerde ilk yönetmenlik deneyimini yaşıyor. Genç oyuncularla sahneye koyduğu Punk Rock'ta, kendisinin de gençken yaşadığı gerilimleri ve bunun kötü dışavurumlarını yansıtıyor.
Rıza Kocaoğlu, ilk bakışta hayatını çok şanslı yaşamış biri olarak görülebilir. Çünkü henüz 9 Eylül Üniversitesi Oyunculuk Bölümü'ndeyken Çağan Irmak'ın ilk filmi Bana Şans Dile'de başrol oynadı. Ardından Şile Büyülü Fener Film Festivali'nde En İyi Erkek Oyuncu Ödülü'nü aldı. Mezun olduğunda ne yapsam diye düşünürken önce televizyon projelerine sonra da şehir tiyatrolarına dahil oldu. 2007'de Dot'un seçmelerinde başarılı oldu. Dönemin en iyi oyunlarından Kürklü Merkür'de rol aldı. Aynı yıl Afife Jale Tiyatro Ödülleri'nden En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu ödülüyle döndü.

SORUNLU BİR ÇOCUKTUM
BENİ TİYATRO EĞİTTİ

Ama tüm bunların biraz daha geçmişine gidildiğinde aslında farklı bir öyküsü var Rıza Kocaoğlu'nun:
"İzmir'de doğdum. Çok da nezih olmayan Tepecik'te yaşıyorduk. Lise birdeyken apar topar Güzelyalı'ya taşındık. Ailem beni oradaki hayattan kurtarmak istiyordu. Fazla öfkesi ve enerjisi olan, kavgacı bir gençtim. Hayata dair ciddi kaygılarım vardı. Tıpkı şimdi yönettiğim oyun Punk Rock'taki gençler gibiydim. Enerjimi çok olumsuz şekillerde dışa vuruyordum. Taşındıktan sonra da hâlâ sert olan eski mahalleye gidiyordum." Kocaoğlu'nun annesi buna bir çözüm getirmek için onu kurs merkezine götürdü. Daha önce birkaç kez tiyatro izlediğinden, en cazibi o geldi. 1993'te başladı ve Konak Belediye Tiyatrosu'nda rol kaptı. İlk kez Ataol Behramoğlu'nun "İyi Bir Yurttaş Aranıyor" adlı şiir serisinde oynadı. Tiyatrodaki tutum, arkadaşlık, insan ilişkileri ve hayata bakış, görüşünü ve karakterini değiştirdi. "Kendimi tiyatroyla eğittim" diyor geçmişi için ve ekliyor "Gençken gerçek hayatta yaşadıklarımı, sıkıntılarımı, kavgalarımı ya da öfkemi Punk Rock oyununda görüyoruz. Çünkü orada da bu yaşlardaki çocukların üzerinde yaratılan baskılar, bunun etkiler ve nasıl dışa vurduklarını görüyoruz."

*******

GENÇLERİN RUHU SIKIŞMIŞ DURUMDA
Dot, yapmak istediğim tiyatronun ta kendisini yapıyor. Murat Daltaban, büyük bir özgürlük alanı yaratmış ve biz gençlerin de bundan yararlanmasını istiyor. Bunun için de her şeyimle saldırmıştım ilk oyunum Kürklü Merkür'e. Yönetmen olmaksa aklımda hep vardı. Ama daha çok tecrübe gerektiğine inanıyordum. Hala da kendime yönetmen demiyorum. Dot ailesiyle paylaşım içinde yönetiyoruz Punk Rock'ı. Oyunun adı böyle çünkü punk felsefesinden yola çıkıyor. Punk, sosyal statü kaybına karşı ortaya çıkmış bir durum. Oyunda şiddet ve baskı ön planda. Hatta bu şiddet sadece manevi değil, fiziksel anlamda da görülüyor. Şiddet, hepimizin temel güdülerinden. Ancak bunu kontrol altına almak için var olan kurumların en başında gelen okulda şiddetin patlak vermesi, temel çatışmayı doğuruyor. Sistem, kapitalizmin geldiği nokta insanı çok şıkıştırıyor. Bu çocuklar o şehre ve klişelerine sıkışmış hissediyorlar. Oyunculara da hep şunu söyledim: "Bu çocukların ruhları bedenlerinin içinde sıkışmış." Sonunda biri, artık o bedenden çıkıyor ama yanlış şekilde. Hepimiz gibi normal, naif birinin bir anda şiddet uygulaması hem oyunun hem de hayatın dramını ortaya koyuyor.
*******
EZEL ŞİDDETE NAİF YAKLAŞIYOR
Ezel dizisinin şiddete yaklaşımında naiflik görülüyor. Yani oyunda anlatmaya çalıştığımla ters düştüğü sanılmasın. Şiddet desteklenmiyor, tam aksine eleştiriliyor. Muadilleri gibi mafyayı yücelten bir durum yok. Tetikçi rolü için senaristler "Ekstrem bir katil bu, alışık olduğumuz gibi değil. Daha domestik, insanların arasına karıştığında kimsenin anlamayacağı bir karakter olduğu için gerilim yaratıyor" dediler. Ben de onu oynadım.

****
Simon Stephens’ın yazdığı Rıza Kocaoğlu'nun yönettiği ve Hakan Kurtaş, Tuğçe Altuğ, Gonca Vuslateri, Kaan Turgut, Emre Yetim, Gözde Kocaoğlu, Mehmetcan Mincinozlu'nun oynadığı Dot'un yeni oyunu Punk Rock, 2-6-7-8-9- 13-14-15-16 Mayıs'ta Dotmarsta'da izlenebilir. Tel: 0212 232 44 40.


(Deniz İNCEOĞLU - Fotoğraf: Levent ARSLAN)

1 Nisan 2010 Perşembe

Tabular artık yıkılsın

İtalya’da yaşayan ödüllü yönetmenimiz Ferzan Özpetek, son filmi Serseri Mayınlar’ın galasını geçen cuma akşamı bir ilke imza atarak Gaziantep Nakıp Ali Sinemaları’nda yaptı. Özpetek’in çekimlerini İtalya’nın “çizme topuğundaki” doğa, tarih ve mimari açıdan en zengin kentlerinden Lecce’de yaptığı son filmi Serseri Mayınlar, yine herkesin kendine yakın bir karakter bulabileceği bir film olmuş. 50 yıldır makarna üreticiliği yapan, geleneksel ve ahlaki kalıpların dışına çıkmayan bir ailenin öyküsü var bu kez karşımızda. Ailenin iki oğlu üzerlerindeki baskıyla yaşamaktan bunalıp sınırların dışına çıkarak babalarına yıllardır sakladıkları her şeyi itiraf ederler. Tabii bu durum ister istemez ailede bir krize neden oluyor. Filmden çıkan izleyiciler ise “Türk aile yapısında da böyle durumlar çok fazla yaşanıyor. Bu film sayesinde çocuk ve anne-baba arasındaki ilişkiler daha açık hale gelebilir” diyor. Ferzan Özpetek ise bu durum için "Film, her ne kadar eşcinsellikle öne çıksa da asıl önemli konu anne ya da babanın çocuğuna nasıl davrandığı. Benim çocuğum çöpçülük yapmak istiyorsa yapsın. Yeter ki mutlu olsun denmeli. Çocuğun neyi sevip, neyi yapmayacağına karışmak yerine, mutlu olup olmadığını sorgulamalılar."

SENARYO GERÇEK HİKAYEDEN ORTAYA ÇIKTI
Altı yıl önce New York'ta bir arkadaşımla buluştum. Ailesiyle sıkıntısı vardı. "Ağabeyimin de gay olduğunu biliyordum ama ailemize pat diye söylemesi her şeyi alt üst etti. Şimdi annem iyi ki sen varsın diyor. Büyük bir sorumluluk altındayım" diye anlatmıştı. O sırada aslında çevremde pek çok kardeşin eşcinsel olduğunu farkettim. Üç yıl sonra da bu konu üzerine kafa yorup genişletmeye karar verdim. Yaşımdan dolayı hayata daha farklı bakmaya başlamıştım. Belki de bu sayede hiçbir şeye aldırmadan, eğlenerek yaptım bu sefer filmi.

İLK SEZEN AKSU İZLEDİ
Yaşamın tamamını anlatan, her kesimden izleyicinin kendini bulabileceği bir film yapmayı çok istiyordum. Bunun ilk olumlu geridönüşünü Sezen Aksu'dan aldım şarkısını koyduğum sahneyi görmesi ve filmi izlemesi için iki ay önce buluştuk. Ve şimdiye kadar ki en iyi seyircim oldu. Kahkahalar atıp ardından hüngür hüngür ağlaması aslında tam da istediğim şeydi. Sonunda da bir süre konuşamadı ve "Bak neler olacak bu filmle. Çünkü hayatı tamamıyla anlatıyorsun" dedi. Yani tam da istediğim şeyi söyledi. Bir diğer hoşuna giden şeyse çekim sırasında oyuncuların, şarkıyı anlamasalar da Sezen Aksu'nun şarkısıyla gözlerinin dolması oldu.

KÜÇÜKKEN ÇEVREMDEKİ KADINLAR "HALA"DA BÜTÜNLEŞTİ
Filmdeki ilginç karakterlerden biri olan hala, çocukluğumda çevremdeki kadınlardan oluştu diyebilirim. 7 yaşında Kalamış'ta otururken yan bahçemizde Güzin Teyze yaşardı. Geceleri "Hırsız var" diye sesi duyulurdu. Ertesi sabah temizlikçi Hafize Hanım, anneme "Bu gece yine Güzin Hanım'a hırsız girdi" derdi ve konu orada kapanırdı. Ben de hiçbir şey anlamazdım. Yıllar sonra, Güzin Teyze'nin aslında bir sevgilisi olduğunu ve gecenin bir yarısı bir kadının evinden erkek çıktığında laf olmasın diye "Hırsız var" diye bağırdığını öğrendim. Bir de içki içmeyi seven Handan Teyze vardı. Bize geldiğinde annem içkinin yerini kesinlikle göstermemem gerektiğini söylerdi. O da bunu bildiğinden öksürüğü varmış gibi yapıp "Evde cinzana var mı" diye sorardı. Ben de hemen getirirdim. Filmdeki hala da bunlarla karşılaşacaksınız.

SAÇINI KESMESEK MANTAR GİBİYDİ
Başroldeki oyunculardan Riccardo Scamarcio'nun (Tommaso) saçları lüle lüle uzundu. Seyirci onu sevsin, ne kadar sevimli çocuk desin istiyordum. O ise uzun saçları ve sert bakışlarıyla bi havalardaydı. Hemen saçlarını düzleştirip kestirttim. Ama biraz daha kesilmeliydi, yine de pek bir şey demesin diye çekimlere başladık. Üçüncü gün dayanamadım çünkü mantara benziyordu. Sabah erkenden uykulu bir halde çekime geldiğinde daha da kestirttim. Kendine geldiğinde saçları çoktan gitmişti. İlk iki günkü çekimleri yeniden yaptık. Bana setten ayrılıyorum artık diye çok bağırdı filmi görünce o da beğendi. Kız da uzun saçlıydı, çocukluğundan beri öyleymiş. Onunkini de ağlamaklı bir haldeyken kestik.

BU YAZIN ŞARKISI 50 MILA OLACAK
Filmin müzikleri için bir potpori yapacaktım. Bunun için 150 tane şarkı gönderdiler. Bir pazar günü otelde hepsini arka arkaya sıralayıp dinlerken 50 Mila'yı (50 bin) keşfettim. Şirket ise bu şarkının sekiz ay önce çıkıp hiç tutmadığını söyledi. Ama şimdi şarkı İtalya'da o kadar popüler ki söyleyen Nina Zilli, benimle karşılaştığında önümde diz çökecek gibi oluyor. Şarkı eğlenceli gibi duyulsa da aslında kızın 50 bin gözyaşı döktüğünü anlatıyor.
BABAM İÇİN SİRKTE ÇALIŞAN AKROBAT GİBİYDİM
İnsan ister istemez ailesinin hoşuna gitmek için bir şeyler yapıyor. Onların onayını alma, kendini kanıtlama hissi hiç bitmiyor. Sanırım bu 80 yaşına kadar devam edecek. Hamam filmini yaparken babam durumdan memnundu ama yine de onun için "Sirkte çalışan akrobat" gibiydim. Çünkü diğer kardeşler mühendislik gibi işlerde çalışıyordu. Bir gün bana telefon açtı. Mezun olduğu Haydarpaşa Lisesi'nden arkadaşlarıyla yemeğe gitmiş. Orada "Sen Ferzan Özpetek'in nesi oluyorsun" demişler. "Babası oluyorum" deyince filmin ne kadar güzel olduğundan bahsetmişler, beni övmüşler. Bunun üzerine hemen beni aramış.
****
BEN DE KUTULARA SOKULUYORUM
Gaziantep geleneklere, bazı tabulara daha bağlı yaşanılan bir şehir. Eşcinsellik konusunun ön planda olduğu bir filmin galasını burda yapmaya karar verirken çelişkileriniz oldu mu?
- İçten davranıp, her şeyi ortaya koyduğunuzda seyirci bunu çok iyi anlıyor. Beğenmediği, yadırgadığı bir şeye bile saygı gösteriyor, anlayışlı davranıyor. Ayrıca aşk ve sevgi her şeyi aşar. Filmde de bunu görüyoruz. İki adamın uyuduğu ya da öpüştüğü sahneleri kesebilirdim, benim için hiçbir şey değişmezdi. Daha fazla seyirci bile gelebilirdi. Ama artık birilerinin bir şeyler yapması, bazı tabuları değiştirmesi gerek. Bunun için hayatımda her zaman kararlarımın, hayat yaşantımın arkasında durmaktan hoşlandım. Her şeyi gizlersem rahat uyuyamam. Dolambaçlı bir hayata gerek yok. Sinemam da bunu yansıtıyor.
Filmde anne arkadaşına, eşcinselliğin tedavi edilebilir bir şey olup olmadığını soruyor. Aslında gündemde de böyle bir konu var. Aileden sorumlu devlet bakanının "Eşcinsellik hastalıktır" demesine ne diyorsunuz?
- "10 asprinle geçiyor" desem...
Aslında bu pek çok insanın canını yakan bir konu. Bir sürü kişi bundan dolayı hayatını mahvediyor. Her şeyi kalıba sokmaya ne gerek var. Bir gün öyle bir dünya olsa ki, gaylerin ya da lezbiyenlerin kulüpleri ayrı olmasa. Bunun için 360 derece açık olmak lazım. Belirli kutulara girmek hayata ihanet gibi geliyor bana. Ama gazeteler tarafından ben de hep kutulara sokuluyorum.

KADIN-ERKEK İLİŞKİSİNDE IRKÇIYIM
İtalya'da da aynı önyargı var yani...
- Mesela İtalya'da kilise bunu "tercih" olarak adlandırıyor. Halbuki filmde benim anlatmak istediğim "tercih" değil. İnsan ya öyledir, ya böyle. Bu tercih edilmez. Ama kilise tercih olarak adlandırarak, "Bunu tercih etme" diyebiliyor. Tanrı böyle yaratmışsa seni kabul etmek zorunda kalacağını biliyor.
Filmde nasıl yaklaştınız bu konuya?
- Aslında konuyla biraz eğlenmiş oldum. Babanın oğlunun gay olduğunu öğrendikten sonra aşırı derecede ağlaması ve bunalıma girmesi beni çok eğlendirdi. Bir de tabii sokakta dolaşırken sürekli gülerek çevredekilere ruh halinin bozuk olduğunu belli etmemeye çalışması da çok komikti. Ama bir o kadar da gerçekti. Çünkü filmi çektiğim Lecce, aslında İtalya'nın en ilerici kısımlarından biri. Yine de o bölgede bir erkek babasına gay olduğunu söylediğinde nasıl tepki alacağını araştırdım. Burada bile "Çocuk söyledikten 30 dakika içinde bütün şehir biliyor olur" dediler. Kimse kimsenin yüzüne karşı bir şey söylemiyor. Babanın paranoyaklığı da buradan geliyor.
Türkiye'de de insanlar çevrelerinin ne düşüneceğini önceden kestirip ona göre kaygıyla hareket etmiyor mu zaten...
- Evet ne yazık ki öyle. Ama karda iz bırakmak için başkasının izinden yürünmemeli. Sanmayın ki İtalya'da yaşarken her şey kolay oluyor. Pek çok yerde zorluk yaşıyorum, kapılar yüzüme kapanıyor. Örneğin İtalya'da Türk bir yönetmem olmam da zorluk getiriyor. Yaptığım her işte başkalarından daha fazla efor harcamam gerekiyor.
İtalya'yla, ülkemiz arasında benzerlikler var mı erkek çocuğa verilen değer arasında?
- Erkek çocuk her yerde önemli. Kadınlara karşı da her tarafta sessiz, derinden bir ayrımcılık var. Bu yüzden ben filmlerimde kadınları öne çıkarıyorum. Hayatta ırkçı olduğum tek bir konu var o da kadın-erkek ilişkisi. Her zaman kadınların daha üstün olduğuna inanıyorum hayata karşı. Çünkü aynı iş yerinde, aynı özelliklere sahip kadınla erkek arasından erkek çok daha çabuk yükseliyor. Ama bunun kadına sağladığı avantajlar da var. Örneğin bir kadın her zaman daha hazırlıklı, detaycı olur. Siz farkında olmadan pek çok şeyi idare etmeyi başarır.
(Deniz İNCEOĞLU)