14 Mart 2009 Cumartesi

Funda Arar son albümünde hem elektronik, hem romantik

Funda Arar, geçen yıl yayınladığı Türk sanat müziği albümüyle hayranlarını şaşırtmıştı. Bir hafta önce çıkan yeni albüm Zamanın Eli de bir öncekinden tamamen farklı. Elektronik rock tınıları dikkat çekiyor. Ama romantizm de ön planda. Yıllardır sakladığı, söz ve müziği kendisine ait Geceler ve Ağlasam Duymaz adlı iki şarkı da var içinde. "Bazı şarkıları söylemek için beklemem gerekiyordu. Artık olgunluk dönemimdeyim" diyor.

Yaklaşık 10 yıldır müzik piyasasının içinde olan Funda Arar'ın yedinci albümü Zamanın Eli, TMC ve Bomonti Müzik etiketiyle çıktı. Romantik şarkıların sesi, bu kez elektronik rock tınılarının hakim olduğu bir albümle karşımızda. Nedir bu sert geçişin sebebi diye sorduğumuzda, "Eşim Febyo Taşel, sıkı bir rock dinleyicisi. Bu yüzden Arapsaçı'ndan beri şarkılarımın içinde rock müzik enstrümanları hep vardı. Bu albümde daha da ön plana çıkardık. Aslında tamamı elektronik rock olan bir albüm hazırlamayı planlıyordum ama erteledik. Çünkü benden romantik şarkılar bekleyen dinleyicilerim var" diyor.

AŞK KÖRÜ KÖRÜNE YAŞANMALI

Albümdeki şarkılarda Burcu Tatlıses, Günay Çoban, Saro Secikyan, Selahattin Sarıkaya, Müfide İnselel, Kelebek eki yazarı Onur Baştürk gibi isimlerin söz ve besteleri bulunuyor. Toplam 13 şarkının ikisi Funda Arar'ın kendisine ait. Geceler ve Ağlasam Duymaz adlı bu iki şarkıyı, ikinci albümü Alagül zamanında yazmasına rağmen yayınlamadı. Sebebini, mükemmeliyetçiliğine bağlıyor.
Bu albümde kendine en yakın hissettiği şarkı ise Burcu Tatlıses'in "Yak Gel"i:
"Benim hikayem gibi. Yak gel bildiğin ne varsa, sat gel gözüm yok para pulda, diyor. Ben de aşkın körü körüne yaşanması gerektiğine inanıyorum. Gözlerimiz, kulaklarımız kapanmalı, robot gibi yaşamalıyız. Normal düşünememektir aşk benim için" diyor.
Sadık dinleyicileri bilir, Funda Arar'ın her albümünde eski bir şarkının yorumu vardır. Erkin Koray'dan Arapsaçı, Fikret Kızılok'tan Haberin Var mı, Bergen'den Benim İçin Üzülme'yi yorumlamıştı daha önce. Bu albüm için de özel bir araştırmaya girişti. Elektronik rock tınıları hakim olduğundan Zerrin Özer'in 80'lerde söylediği "Ateş Düştüğü Yeri Yakar"ı seçti.

KEŞKE 50'LERDE YAŞASAYDIM

Bir önceki albüme kadar hep görsel imaj kurbanı olduğunu düşünen Funda Arar, ilk kez profesyonel bir stil danışmanıyla çalışmaya başlamıştı. "Profesyonel biriyle çalışmak başka bir şey. Geçen yıla kadar görsel anlamda çok hata yaptım ve bunun için çok eleştirildim. Ama bunun önemini geç de olsa anladım. Danışmanım Esra Başıbüyük beni çok iyi anladığı için de kendimi çok rahat hissediyorum" diyor.
Esra Başıbüyük, albümdeki romantizmi fotoğrafa yansıttı. Funda Arar'ın saçlarını, bakışlarını ve kıyafetlerini buna göre tasarladı. Biraz eski Fransız kadını, biraz da 50'lerdeki Cumhuriyet kadını gibi bir imaj yaratıldı. Arar, yeni imajının havasına bayağı girmiş. "Eski filmler ve büyüklerimizin Beyoğlu'na çıkarken nasıl giyindiğini anlatması çok hoşuma gidiyor. Çünkü ben de o dönemdeki gibi sokağa şıkır şıkır, döpiyesler giyerek çıkmak isterdim. Bu tarzı konserde ve ilk klibim olacak Senden Öğrendim'de devam ettireceğim" diyor.


PİYASAYI DÜZELTEMEYECEĞİMİ ANLADIM
ARTIK UMURSAMIYORUM
Pop, alaturka gibi farklı tarzlarda albümler yaptınız. Bu kararsızlığınızdan mı kaynaklanıyor, yoksa sesim her şarkıya gider mi diyorsunuz?
-Kararsızlık yok. Sadece farklı tarzlar okumayı seviyorum. Şarkının yapısıyla da alakalı. Öyle şarkılar var ki sadece piyanoyla okunması gerekir, bazıları da farklı aranjelere çok müsait. Yani durum, gelen şarkılara göre değişiyor.
Hiçbir zaman söyleyemem, olmaz dediğiniz bir tarz var mı?
-Yok diyebilirim. Mesela konserlerde caz da söylüyorum. Hatta sandığımda bestelediğim caz şarkıları bile var. Onları olgunluk dönemimin ilerisine saklıyorum.
Bu albümle olgunluk dönemindeyim diyorsunuz. Nedir olgunluk dönemi sizin için: 10 yıldır piyasada olmak mı, her türde söylemiş olmak mı?
-10 yıldır albümler yaptım, onlarca konser verdim. Bir sürü şey yaşıyor, kırılıyor ya da üzülüyorum. Görüp yaşadıkça ben de bazı değişimler geçirdim. oldum demiyorum ama bazı şeylere farklı pencelerden, daha olgun bakıyorum artık. Mesela eskiden bazı şeyleri çok kafama takar, kızardım. Ama artık umursamıyorum.
Geçen yıllarda şarkı yarışmalarını çok eleştirmeniz buna örnek mi?
-Evet. Bu şarkı yarışmalarından çıkıp da gerçekten Türkiye'nin yıldızı olmuş kimse yok. Çoğu birden şöhreti yakalayıp sonra bunalıma girdi. Üzülüyordum, kızıyordum, çok kafama takıyordum. Yapılan müziği, çıkarılan albümleri de anlayamıyordum. Artık umursamıyorum. Müzik piyasası çok kaliteli olmalı, çok iyi sesler olmalı diye kendime dert ediniyordum. Sonunda bunu benim düzeltemeyeceğimi anladım. İşte olgunluk burada ortaya çıkıyor.

(Deniz İnceoğlu - Hürriyet Cumartesi 14.3.2009)

200 film için geri sayım başladı

İstanbul Kültür Sanat Vakfı'nın Akbank sponsorluğunda 4-19 Nisan tarihleri arasında düzenleyeceği 28. Uluslararası İstanbul Film Festivali'nin biletleri 21 Mart'ta satışa çıkacak. Film tutkunlarının öncesinde yapacağı araştırma için hazırlanan kitapçıklarsa bugün itibariyle 2.5 TL'ye Emek, Atlas, Beyoğlu, Yeni Rüya ve Rexx sinemalarının gişelerinden alınabilecek. 3 Nisan akşamı Fransız yönetmen Philippe Lioret'in mülteci sorunlarına değinen Hoşgeldiniz filmiyle Lütfi Kırdar Kongre ve Sergi Sarayı'nda açılacak festivalde yine birbirinden ilginç ve yeni bölümler olacak. Bu yılki Sinema Onur Ödülleri üç kişiye verilecek: Eleştirmen, arşivci ve yazar Agâh Özgüç, oyuncu Hale Soygazi ve yönetmen Erdoğan Tokatlı.

Geçen yıl 170 bin izleyiciyle kendi rekorunu kırmıştı Uluslararası İstanbul Film Festivali. Bu yıl da hem bünyesine dahil ettiği sinema salonları, hem de seçtiği bölümlerle bu rekorun da üzerine çıkacak gibi görünüyor. Dünya Festivallerinden, Genç Ustalar ve Mayınlı Bölge gibi geleneksel bölümlerinin yanına bu yıl "Gümüş Ülke, Altın Sinema: Arjantin”, “Aşk Olsun”, “Asiler, Azizler, Aşıklar” ve “Anılarına” gibi yeni bölümler eklendi. Tabi ki sinemacıların katılacağı söyleşiler, atölye çalışmaları, sinema dersleri ve partilere bu yıl da devam.

ASİLER Mİ, AZİZLER Mİ
AŞIKLAR MI?

Festivalin en ilginç başlıklarından biri, bu yıl keşfedilen "Asiler, Azizler, Aşıklar" gibi görünüyor. Harvard Üniversitesi Tarih Profesörü Cemal Kafadar küratörlüğünde düzenlenen bölümde 11 yönetmenin 12 filmi gösterilecek. Her birinde isyan, ermişlik, aşk ve şiirin doğası üzerine kafa yormamız bekleniyor.
Tarihin belki de en çok tanınan azizesi Jan Dark’ın son saatlerini Carl Th. Dreyer’in kamerasından anlatan Jeanne D'Arc'ın Tutkusu merak uyandırıyor. 1928 yapımı bu sessiz filmin bütününü içeren tek kopyası 1980'de bulunmuştu. Özgün kamera kullanımı, yakın plan çekimleri ve çarpıcı kadrajlarıyla Jan Dark’ın Tutkusu’nu beyazperdede büyük ekranda izlemek farklı bir deneyim olacak.
Sinema tarihinin baştan sona Latince çekilmiş ilk filmi olan Sebastiane de bu bölümde. Yönetmenleri Derek Jarman ve Paul Humfress, Rönesans resimlerini andıran nefes kesici görsel düzenlemelerle hem çok tartışılan, hem de çok övülen bir tarihi filme imza atmışlar. “Asiler, Azizler, Aşıklar” bölümünde 11 Nisan saat 13.30’da Akbank Sanat’ta aynı zamanda bölümün de küratörlüğünü üstlenen Cemal Kafadar’ın konuşmacı olarak katılacağı bir söyleşi gerçekleştirilecek.

HER GECE BİR GALAYA DAVETLİSİNİZ

Festivalin ilk haftasında her akşam saat 21.30'da Emek Sineması'nda bir filmin galası yapılacak. 9 filmin gösterileceği Akbank Galaları'nda en merakla beklenen film tabi ki yönetmen Gus Van Sant'ın Milk'i. Çünkü Oscar ödüllerinde büyük bir övgüyle En İyi Erkek Oyuncu Ödülü'nü alan Sean Penn'in Harvey Milk'i ne kadar iyi canlandırdığını görebileceğiz. Hatırlarsanız Robert de Niro sunuşu yaparken oyunculuğunu övmek için "Yıllardır sert rollerde oynayarak gerçek kimliğini bizden saklıyormuş" demişti.
Bölümün diğer ilgi çeken filmi, İtalya'da yedi kez başbakanlık yapmış Giulio Andreotti'nin hayatının 40 yılını anlatan Il Divo. Cannes'da Jüri Özel Ödülü'nü alan film, özellikle politikayı sevenler için ideal.

ALTIN LALE HEYECANI İKİYE KATLANDI

Festivalin Altın Lale Ödülü bu yıldan itibaren Uluslararası Yarışma’nın yanı sıra Ulusal Yarışma kapsamında da verilmeye başlanıyor. Uluslararası Yarışma bölümünde Altın Lale için bu yıl 12 film yarışacak. Bulgar yönetmen Javor Gardev’in Moskova Film Festivali’nde En İyi Yönetmen Ödülü’nü kazanan ilk filmi Zift de yer alıyor. Bulgaristan’ın Oscar adayı olan ZİFT, 1940’ların kara filmlerini andıran heyecanlı bir polisiye. Dominique Abel, Fiona Gordon ve Bruno Romy’nin ortaklaşa yazıp yönettiği Rumba minimum diyalogları ve hareketli müzikleriyle dikkat çekiyor. Jacques Tati’nin tarzını anımsatan filmin başrollerinde yönetmenlerin kendileri rol alıyor. Steve Jacobs’ın Nobel ödüllü yazar J.M. Coetzee’nin romanından beyazperdeye uyarladığı Utanç, izlenmesi gereken diğer bir yarışma filmi. Uluslararası Yarışma’da Türkiye’yi bu yıl Süt filmiyle Semih Kaplanoğlu temsil edecek.
Bu yıl ilk kez Altın Lale için yarışılacak Ulusal Yarışma'da ise 14 Türk filmi olacak. En İyi Film, En İyi Yönetmen, En İyi Kadın Oyuncu ve En İyi Erkek Oyuncu ödüllerine bu yıl En İyi Senaryo, En İyi Görüntü Yönetmeni ve En İyi Müzik ödülleri de eklendi.


BİLETLERE ZAM YOK
Tam 10, indirimli 7 TL
Filmler bu yıl Beyoğlu’nda Emek, Atlas, Beyoğlu, Yeni Rüya, Pera Müzesi Sineması ile Kadıköy’de Rexx sineması ve hafta sonları Nişantaşı CityLife Cinema (City’s) olmak üzere toplam 7 sinemada gösterilecek. 21 Mart'ta satışa çıkacak biletlerin fiyatlarıysa değiştirilmedi: tam 10 TL, öğrenci ile 65 yaş ve üstü 7 TL. Festivalde hafta içi gündüz seansları ise yalnızca 3.50 TL. Akbank Galaları’nın bilet fiyatları 15 TL. Festivalin Türk Sineması bölümünde yer alan filmler için de bilet fiyatı tüm seanslarda yine 3.50 TL olacak. Biletler, Beyoğlu’nda Emek ve Atlas ile Kadıköy’de Rexx sinemalarında açılacak gişelerden ve Biletix’ten satın alabilecek.


(Deniz İnceoğlu - Hürriyet Keyif 15.3.2009)


Siyah-Beyaz 25 yıl

Ankara'ya giden sanatseverlerin yolu mutlaka bir gün Siyah-Beyaz Sanat Galerisi'ne düşmüştür. Dile kolay tam 25 yıldır, çizgisinden ödün vermeden pek çok sanatçıya ve sanatsevere ev sahipliği yapıyor. İki kata bölünmüş 650 metrekarenin her noktasında sahibi Faruk Sade, eşi Fulya Sade ve dostlarının emeği büyük. Açtığı yaklaşık 400 serginin dışında bir katında da bar hizmeti veriyor Siyah-Beyaz. Entelektüel kesim, sanatçılar ya da sanatseverlerin uğradığı mekan, adı gibi siyah-beyaz döşenmiş.
Ankara'nın farklı yüzünü yansıtan galeri, 25. yıl kutlamalarını İstanbul'a da taşıyor. 25 yıldır birlikte çalıştığı, destek olduğu 40 sanatçının eserlerini 13-21 Mart tarihleri arasında The Sofa Hotel, Art 8 Lounge'da sergileyecek. Galerinin sahibi Faruk Sade'yle 25 yılı konuştuk.

Bir mimar olarak galeri açma fikri nasıl ortaya çıktı?
-1980'de ODTÜ'den mezun olduktan sonra Güllü Aybar ve Ali Güreli'yle Paris'e gittik. Yaşadığımız çevre Türk sanatçılarla doluydu. Onlar da bizim takıldığımız Gymnass'ta buluşuyordu. Oturduğumuz binadaysa Münevver Andaç, Mubin Orhon, Komet, Sinan Bıçakçığolu ve Mehmet Nazım yaşıyordu. Münevver Andaç eski bir galerici olduğundan onunla hep galericilik yapmayı konuşurdum. Kafeye gelen Mehmet İleri, Hakkı Anlı, Utku Varlık ve Selim Turan gibi sanatçılardan da etkilenmediğimi söyleyemem. Sonuçta Türkiye'ye dönünce hemen bir galeri açmaya karar verdim.
Galeriyi açtığınız 1984 yılı, sanatın şimdiki kadar yaygın olmadığı bir dönemdi. Ne tür zorluklar yaşadınız?
-Evet, ne yazık ki yaygın değildi. Ancak 1980 sonrası olduğundan farklı oluşumlar başlamıştı. Türkiye tepkisini seçimlerde göstermişti, bunun için Ankara'da çok fazla "iyi" siyaset adamı, entelektüel, sanat adamı toplanmıştı. Ama genel sanat politikası her zaman olduğu gibi belirlenemedi. Gelişmiş ülkelere baktığımız zaman kültür politikalarının çok gelişmiş bir komisyon (sivil toplum örgütleri, müzeler, galeriler, sanatçılar, mimarlar) ile en az 50 senedir yapıldığını görürüz. İktidarlar, programı değiştirmek yerine devamını sağlar. Ülkemizdeyse 9 kültür bakanı tanıdım, hepsinin kültüre bakışı değişikti. Çağdaş Türk sanatı kavramı söz konusu bile değildi. Sanatımız minyatür, çini, kılıç-kalkan gibi şeylerle temsil ediliyordu. Bunun için çağdaş sanata bir açlık vardı.


GALERİNİN İÇİNDEKİ BARDAN KAZANDIĞIMIZLA
BAĞIMSIZ BİR GALERİ OLDUK


Siyah-Beyaz Sanat Galerisi'ni 1984'te Bihrat Mavitan'ın sergisiyle açtıktan sonra ileriye yönelik hedefleriniz nelerdi? Bugün, bu hedefler gerçekleşti mi?
-Çağdaş sanatı galerinin konsepti olarak belirledik. Tabi ki hatalarımız oldu. Ama genelde çizgimizi sürdürebildiğimize inanıyorum. Örneğin Res-Artis diye anılan uluslararası artist değişim programının kurucularından olduk. Dokuz yıldan sonra üç aylığına Paris'e yolladığımız Türk sanatçıların kişisel tavırları yüzünden bu projeyi bitirdik. Genç sanatçılara destek olmak amacıyla Hacettepe Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi mezuniyet sergisinden seçtiğimiz sanatçıya ödül ve galerimizde sergi açma hakkı verdik. Ancak hocalar bu işi başka bir boyuta dönüştürünce bunu da bitirmek zorunda kaldık. Çünkü ülkemizde herkes kendisini öne çıkarma çabası içine giriyor, işin özünü unutuyor.
Galerinizde bir de bar konsepti var. Bu fikir nasıl ortaya çıktı? Bir galerinin aynı zamanda bir bar olarak algılanması, insanlarda ne tür düşünceler yarattı?
-Bar fikri galeriyle birlikte gelişti. Türkiye'de pek de alışılmayan bir işe giriyorduk. Üstelik de çağdaş sanatla. Finans kaynağına ihtiyaç vardı. Yani özellikle satışın hedeflendiği sergilerden çok, yeni sanatçılarımızı tanıtmayı seçmiştik. Bar fikri de bu finans kaynağını sağlamak için üretildi. Böylece kimseye bağlı kalmadan istediklerimizi, planladıklarımızı yapabildik. Zamanla buranın müdavimleri de oluştu. Bu model daha sonra özellikle Fransızlar'da çok kullanıldı. Galerimizde bar olmasına tabi ki bazı sevimsiz yakıştırmalar oldu. Ama herkes, her zaman bir şekilde konuşma ihtiyacı duyar.
25 yılda açtığınız yaklaşık 400 sergiden en çok ses getiren hangisi oldu?
-Bunu benim seçmem çok zor. Bunu eleştirmenlerin, izleyicilerin seçmesi gerekir. Ama Ankara'daki sergiler hiçbir zaman bu konudaki yayınların kapsamına girmiyor. Çünkü sanatla ilgili yayınların Ankara'da bu konuda yazarları çok yoktur. Varsa da onlara yazması için çok imkan sağlanmaz. Bunların yerine kim kiminle hikayesi daha çok önem taşır. İşte İstanbul-Ankara arasındaki farkı burada söyleyebiliriz. İstanbul'da "patronlar" Ankara'yı biraz ihmal eder, daha doğrusu saymazlar.


DOSTLARIMIZIN GALERİDE EMEĞİ BÜYÜK


25 yılda unutamadığınız neler oldu?
-Güzel anılarımız çok fazla. Eşim Fulya'yla dostlarımıza çok düşkünüz. Sanırım onlar da bize düşkün. Bu yüzden her sergi hazırlanışı, her özel gün, her tadilat dostlarımız da olduğu için çok güzel geçti. Hepsinin Siyah-Beyaz'da emekleri büyüktür. Sergi olarak düşünürsem aklıma İstanbul Sultanahmeet'teki Artist Residence açılışımız ve bununla birlikte Aya İrini'de açtığımız sergi geliyor.
Galeriyle ilgili sizi en çok heyecanlandıran olay ne oldu?
-Kızım Sera'nın da sanatla ve Siyah-Beyaz ile ilgili heyecanı beni çok sevindiriyor ve umutlandırıyor. Bizim yapmak isteyip de yapamadığımız pek çok projeyi hayata geçireceğine inanıyorum.
25 yıldaki en hüzünlü anınız?
-Hüzünlü anı hatırlamak zordur. Ama dostum, kardeşim Levent Güray'ı kaybetmek çok acıydı.
Bundan sonrası için ne gibi planlarınız var?
-Kafamızda çok proje var. Ancak enerjimiz yeterli olur mu bilemiyorum. En önemlisi yurtdışına çağdaş sanatçılarımızı taşıyabilmek, galerilerin birer müesseseye dönüşebilmezi, genç sanatçılarımıza daha fazla olanak sağlamak gibi.


40 SANATÇIYLA 25. YIL KUTLAMASI
Siyah-Beyaz Sanat Galerisi'nin The Sofa Hotel, Art 8 Lounge'da açılacak 25. yıl sergisi 13-21 Mart tarihleri arasında gezilebilecek. Sergiye eser veren sanatçılar şöyle: Erdağ Aksel, Halil Akdeniz, Nadide Akdeniz, Harun Antakyalı, Ertuğrul Ateş, Kerem Aysan, Yılmaz Aysan, Kezban Arca Batıbeki, Figen Cebe, Ela Cindoruk, Osman Dinç, Zeynep Eren, Mert Esirci, Balkan Naci İslimyeli, Mahmut Karatoprak, Gülsün Karamustafa, Nihat Kemankaşlı, Hüsamettin Koçan, Ali Kotan, Sıtkı Kösemen, Alev Mavitan, Bihrat Mavitan, Mehmet Mutaf, Emre Okçuer, Suha Özkan, Gunnur Özsoy, Fatma Tülin Öztürk, Remzi Savaş, Nevzat Sayın, Nilhan Saygon, Mithat Şen, Erhan Şengel, Esat Tekand, Süleyman Saim Tekcan, Demet Sancak Topaloğlu, Ömer Uluç, Mehmet Ulusel.
Adres Teşvikiye Cad. No. 41-41/A Nişantaşı. Tel 0212 368 18 18

(Deniz İnceoğlu - Hürriyet Keyif 14.3.2009)

9 Mart 2009 Pazartesi

Erkeği seven bir erkek olarak kadını çok iyi anlıyorum

Murat İpek (40) henüz ortaokuldayken cinsel kimliğinin ileride ona sorun yaratacağının bilincine varıp kendini sanatın pek çok alanında geliştirmiş biri. Oyun yazarlığı, oyunculuk, yönetmenlik, ressamlık ve hatta iç mimaride danışmanlık yaptı. 1994’te “Rahat mısınız” adlı oyunuyla profesyonel tiyatro hayatına başlayan İpek, son yıllarda en çok yazdığı kadın karakterlerle adından söz ettiriyor. İki yıl önceki Belkıs Düştü Kuyuya oyununu tek başına kadın rolünde oynadı. Bu yıl da “Basit bir ev kazası” adını verdiği oyunda mantık evliliği yapan, aradığı aşkı bulamamış, hayatından bıkan bir kadını anlatıyor. Tek kişilik oyundaki Songül’ü “Oyunu onun üzerine bir elbise gibi dikerek yazdım” dediği yakın arkadaşı Günay Karacaoğlu canlandırıyor.
Murat İpek’in başarısının sırrı kadın ruhunu çok iyi tanıması. Kadın karakterlerinin iyi oturmasının sebebinin de bu olduğunu söylüyor “Bir kadını anlayabilmek için bir erkeği çok iyi sevebilmek gerekir. Çünkü bir kadın, erkeği sever. Erkeği seven bir erkek olarak da ben, kadını çok iyi anlıyorum. Bir kadının neler yaşadığını, neler hissettiğini, ona nasıl aşık olduğunu ya da nefret ettiğini biliyorum. Bu arada bir erkeği de çok iyi anlıyorum. Bunun için çok şanslıyım.”

Tiyatro ve yazarlıkla nasıl tanıştınız?
Ergenlik dönemimde ciddi bunalımlar, kasvetli günler geçirdim. Ortaokuldayken, tiyatroyla dış dünyaya açılabileceğimi düşündüğüm için kursa başladım. Bu dönemde cinsel kimliğimi de çok iyi bildiğim için kendi rol skalama uygun karakter roller bulamıyordum. Ben de kendime rol yazmaya başladım. Çocuk oyunuydu bunlar ama bana hitap ediyordu. O zamandan beri şunu farkındaydım: “Ben farklı ve özel bir insanım. İleride yazarak, oynayarak ve çizerek çok yönlü bir sanatçı olacağım” diyerek kariyerimi planladım.

SOSYALİSTLER, KOMÜNİSTLER BANA
AĞABEY VE ABLALIK YAPTI

15 yaşında bu kadar bilinçli olmak çok güzel. Peki bu farkındalığın oluşumunda nasıl bir altyapı var? Kendinizi nasıl geliştirdiniz?
Yaşları benden büyük komünist arkadaşlarım vardı. 12 Eylül dönemiydi, hapishanelerden yeni çıkmış solcu, komünist, anarşistler ağabey ve ablalık yaptı bana. Felsefe sözlüğünü, mitolojiyi okumam gerektiğini söylediler. İyi ki de yaptılar. Okullarda böyle şeyler yoktu. Dersler ehlileştirilmişti. Bir de ben meslek lisesinde elektrik bölümünde okuduğum için onlar olmasa bu tür konulardan hiç haberim olmayacaktı.
Okuduklarınız arasında sizi en çok ne etkiledi?
Nietzche’den çok beslendim. Ayrıca o dönem bir yandan sosyalist, bir yandan da tasavvuf merkezinden bakmaya başlamıştım olaylara. Yani Tanrı nerede, nedir sorularını her iki açıdan da gördüm. Bu konuda da kendimi eğitmek zorundaydım. Çünkü yaşama karşı çok hazırlıklı olmalıydım. Gelecekte sosyal yapının ve benim tercihlerimin hayatıma zorluk katacağını farkındaydım.
Bir de hâlâ devam eden bir resim sevginiz var. Yazdığınız oyunlara bu nasıl yansıyor?
Plastik sanatlarla edebiyatın, edebiyatla tiyatronun kurmuş olduğu ilişkinin koparılmaz olduğunu düşünüyorum. Bunun için Marmara Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Geleneksel Türk El Sanatları Tezhip-Minyatür Bölümü’nde okudum, resim üzerine yüksek lisans yaptım. Böylece hem sabrım, hem de klasik sanatlardaki görüşüm gelişti. Plastik sanat bilgimi en güzel ışık tasarımlarında kullandım.

HİÇBİR YERE BAKMAYIN
SADECE BANA BAKIN

Bunun için mi profesyonel tiyatro hayatınıza ışıkçı olarak adım attınız?
Evet ama ışıkçılık biraz da üstüme kaldı. Bilsak Tiyatro Atölyesi’ndeyken ışığı kim tasarlayacak diye tartışılıyordu. Güzel sanatlar okuyan, resim yapan, bu işin plastik değerini bilen ve bir de oyun yazan biri olduğum için beni seçtiler.
Mezun olduğunuzda iç mimarlık alanında danışmanlık da yapıyordunuz. Yazarlık ne oldu bu arada?
Devam ediyordu tabi ki. Sadece oyun değil, makaleler ya da öyküler de yazıyordum. Çünkü yazmak bir disiplin meselesi. Her gün oturup en az bir saat yazardım. Aklıma bir şey gelmese bile yemek tarifi yazardım, enerjiyi ve pratiği kaybetmemek için.
İlk dönemde ne tür öyküler ya da oyunlar çıkardınız ortaya?
1994’te yazdığım “Rahat mısınız?” ilk profesyonel oyunumdu. Gölge perdesinin arkasında oynadığım tek kişilik bir oyundu. Bundan sonra da uzun süre tek kişilik oyunlar hazırladım.
Neden hep tek kişilik oyunlar yazdınız? Bencillik var mı bunun içinde?
Tabi ki. Burada müthiş bir narsist tatmin var. “Sahnedeyim, tek başımayım, hiçbir yere bakmayın, bana bakın” demek istiyorum. Ama bunun dışında her şey bir öğrenme metodu aslında. Bundan sonra artık fazla tek kişilik oyun yazmam diye düşünüyorum. Bu bir geçiş, öğrenme dönemiydi. Zamanla paylaşmayı öğrendim.

BİR KADINI ANLAYABİLMEK İÇİN
BİR ERKEĞİ SEVEBİLMEK GEREKİR

Tek kişilik oyunlarınızdaki Kadın ruhunu yansıtmanız da Belkış Düştü Kuyuya oyunuyla başladı. Neydi sizi kadın sorunlarına yönlendiren?
Çünkü kadın ruhunu çok iyi biliyorum. Kadını bilmek, kadını sevmekten geçmiyor. Bir kadını anlayabilmek için bir erkeği çok iyi sevebilmek gerekir. Çünkü bir kadın, erkeği sever. Siz de bu sevgi üzerinden bir kadını yazıyorsanız, sizin de o kadının sevdiği erkeği sevebiliyor olma gücüne sahip olmanız gerekir. Sonuçta erkeği seven bir erkek olarak ben, kadını çok iyi anlıyorum. Bir kadının neler yaşadığını, neler hissettiğini, ona nasıl aşık olduğunu ya da nefret ettiğini biliyorum. Bu arada bir erkeği de çok iyi anlıyorum. Bunun için çok şanslıyım. Ayrıca kadın üzerinden bir şey yazmak çok üretkendir. Bir erkek üzerinden bir şey yazmak, malzemesi kısıtlı olan bir durumdur.
Peki neden yaşlı bir kadınla başladınız?
Çünkü beni büyükannem büyüttü. En yakınımdaydı. Yazmak, ceplerinizdeki çakıl taşlarını dökmektir. Ben de önce elimdekileri tüketip dışarıya bakmaya başladım. Bunun için artık kendimi değil, dışarıyı yazıyorum. Bu anlamda iç disiplin olarak profesyonelleştiğimi düşünüyorum.
Basit bir ev kazası ne zaman ortaya çıktı?
Günay’la müzikalde birlikte oynamıştık. Ona hep “Ben sana bir şey yazacağım” diyordum. Günay da çok istiyordu. Çünkü çok birbirimize benziyoruz. Huylarımız, karakterimiz, entelektüel yapılanmamız, hayata bakış açımız hep aynı. Mesela biz, Sünger Bob gibi komik bir çizgi filmde ağlayabiliyoruz. Oyun da birlike vakit geçirdiğimiz bu süreçte çıktı. Oyun, Günay’ın üstüne biçildi, elbise gibi. Çok eğlendik. Yeni projemde de onunla çalışmak istiyorum.
Oyunlarınızın içinde olmazsa olmaz diyeceğiniz nedir?
Alternatif düşünme ve sağduyu karakterlerin varlığı. Bir de bu oyundaki şaşı bakkal çırağı gibi şaşkın karakterler hep oluyor.


TÜRKİYE’DE KADIN OLMAK
FERRARI’YLE TIR’A ÇARPMAK GİBİ
Kadınlar bir ev kazası mıdır?
Evet, hatta zincirleme kaza bile denebilir. Onların durumu, Ferrari’yle kamyona çarpmak gibi. Ayaklarının üzerinde duran, parasını kazanan kadın Ferrari olsa bile çarptığı şey ne yazık ki bir kamyon. Ne kadar gidebilir ki... Ev kadınlarının durumları bundan da zor; kocasının, çocuğunun da yükünü taşıyor. Erkeklikse yüksüz bir TIR olmak gibi.
Oyunda nelere odaklanmak istediniz? Çarpıcı noktalar neler?
Oyunda dört duvar arasında yaşayan bir ev kadınının kafasına bir pencere açıldığında neler olduğunu görüyoruz. Sıkılan insanların tek çıkış noktası vardır; hayalleri. Bu yüzden benim için önemli olan; sıradan, basit bir ev kadınının hayalleri ve düşleriyle kendinin aşmasının öyküsüydü.
Bir ev kadınının hikayesini bu kadar ince detaylarla anlatmak için nasıl bir çaba harcadınız?
Özel hayatımda da çok detaycıyımdır, keyif alırım. Karşımdakinin geneline değil, detaylarına bakarım. Çünkü bir insanın atkısı bile onun ruhunu anlatabilir. Songül karakterinde de bunu yaptım. Ama tekstte tabi ki cinlikler de var. Çünkü seyirciyi korkutmak istemem. Annem de babam da oyunu anlayıp gitmeli. Mesela gelecek ay Garajistanbul’da Darüllove adlı bir oyunum sahnelenecek. Mesela bu, geçmişle günümüz arasında gidip gelen bir tragedya, deneysel kapıları çok açık. Böyle olsun istemedim.
Peki oyun kadınlara mı hitap ediyor, erkeklere mi?
Yazarken kadınları daha çok ilgilendirir diye düşünmüştüm, Ama erkekler, kadın izleyiciden daha çok eğlenir oldu. Sanırım kendilerini gördüler. Çünkü Songül, sadece kadını değil erkeğin de sıkışmış dünyasını anlatıyor.


RESİMLERİ MÜZAYEDEYE ÇIKIYOR
Murat İpek’in yazarlık, oyunculuk ve yönetmeliğinin dışındaki en büyük zevki soyut resimler yapmak. “Entelektüel ve felsefi yanım resimle kendini mutlu ediyor, derdimi ifade etmeye yönelik yanım ise tiyatroda ortaya çıkıyor” diyor. Onun bu yönünü en iyi, koleksiyonerler biliyor. Pek çok önemli koleksiyonda resimleri var. Pazar günü yapılacak 8. Beyaz Müzayede’de resimleri satışa sunulacak. Bu durum Murat İpek’in çok hoşuna gitse de yine de içi acıyor: “Resim, mahrem yanım. Herkse anlatamadıklarımı resme aktarıyorum. Belki de bu yüzden onları satarken çok acı çekiyorum. Ama bu durum oyunlarımda geçerli değil.”

(Deniz İnceoğlu - Hürriyet Keyif 8.3.2009)

Haksız tahrik indirimine sanatçıların haklı tepkisi

Canan Şenol’un küratörlüğünde açılan Haksız Tahrik sergisi, kadınlar gününü farklı bir açıdan düşünmemizi sağlayacak. Her yıl 8 Mart'ta çeşitli etkinliklerle gözleri boyanan, gereksiz yere pohpohlanan kadınlara, yılın diğer günlerinde tam tersi şekilde davranılmasını eleştiriyor bu sergi. Güncel sanatın içinden ve dışından feminist aktivist ve teorisyenlerle, feminist söylemlerle iş üreten profesyonel sanatçıları bir araya gelmiş. Amaçları iktidarın elinden geldiğince tahakkümü altına almaya çalıştığı cinsiyet kavramını, feminist bir bakış açısıyla irdelemek. Bu yüzden ismini Türk Ceza Kanunu’nun "ceza sorumluluğunu kaldıran veya azaltan nedenler” başlığı altında düzenlenen 5237 sayılı "haksız tahrik indirimi" maddesinden alıyor. Küratör Canan Şenol serginin söyleyecek çok sözü olduğunu bu yüzden sadece resimle değil, stand up, tiyatro ve söyleşilerle de konuyu pekiştireceklerini söylüyor.

Feminizmin sizin için anlamı nedir?
-Kadınların bağımsız olmaları için doğru adım atmalarını sağlayacak politik bir mücadele biçimidir. Yalnızca kadınlara mücadele biçimi üretmekle kalmaz “Özel olan politiktir” diyerek sistem eleştirisi de yapar. Toplumsal cinsiyet politikalarını eleştirir, ata erkil sisteme karşı teorik ve pratikte mücadele yöntemleri geliştirir.
Bazı konulara karşı durmak için sadece kadın sanatçı olmak yerine, feminist sanatçı olmak daha mı etkili oluyor? Ya da sergiye “feminist sergisi” demek...
-Bu sergiyi feminist sergi olarak tanımlarken serginin politik bir duruşu olduğunu anlatıyorum. “Kadın sergisi” denilen sergiler bu tür bir mücadele biçimini es geçerek asıl hedeflenen sorunun evcilleştirilmesiyle yoluna devam eder. Kadın duyarlılığı, kadın sorunları üzerinden söylem geliştirerek asıl can alıcı noktayı atlamış olur. Kadın sanatçı tanımına baktığımızda sistemin tam da toplumsal cinsiyet politikaları sonucunda cinsiyetçi bakış açısı ile bu tanımı ürettiğini fark ederiz. Kadın yazar, kadın eleştirmen, kadın müzisyen gibi. Oysa feminist sanat bu cinsiyetçi zihniyet üzerinden söylemlerini geliştirir ve eleştirisini buradan yaparak kendini konumlar. Bu sergi, bütün bahsettiğim konuları göz önüne alarak kendini “feminist bir sergi” olarak tanımlıyor.
Sergiye sadece “Haksız Tahrik Sergisi” demek yerine neden “Haksız Tahrik eylem-sergi” adını verdiniz? Bu bir sergi değil de eylem mi?
-Bu serginin amacı sadece feminist sanat pratiğini kullanan sanatçıları bir araya getirmek değil. Sanat tarihinde kimler feminist okumalara uygun üretimler yapıyor buna bakmak da değil. Politik bir sözümüz var. Kolektif bir ruhla ortak bir platform kurup söz söylemek, görsel üretimlerle birlikte düşünce üretmek ve paylaşmak, hiyerarşik bir yapı kurmadan serginin başlığını aldığı “Haksız Tahrik” kavramı üzerinden yola çıkıp diğer kavramları da içine katarak bir sergi yapıyoruz ama bir eylem gibi.
Derdiniz sokaktakilerle mi yoksa açıklamanızda da bahsettiğiniz gibi bu konuyu hafife alan iktidarla mı?
-Derdimiz elbette iktidarla. Elbette sokakta, evde, okulda, kamusal ve özel alanda cinsiyetçi politikalarla hayatımızda büyük ve küçük iktidar alanları kuranlarla.

SIK BANYO YAPMAK BİLE TAHRİK

Kadınların birer tahrik unsuru olarak yansıtıldığını, gösterildiğini mi düşünüyorsunuz?
-Evet. Sadece tahrik unsuru olarak yansıtıldığını ve gösterildiğini değil tahrik unsuru olarak algılatıldığını da düşünüyorum. Kadınların cinsiyetleri üzerinden yaşadıkları ayrımcılığın listesi çok uzun. Hala Türk Ceza Kanunu'nda bulunan “haksız tahrik” düzenlemesi, birçok kadın cinayetinde, cinayeti işleyenleri neredeyse haklı konuma düşürecek bir zihniyetle uygulanmakta. Kadının “beyaz tayt giymesi”, “işveli şekilde saati sorması”, “sıkça banyo yapması” gibi iddialar ile bu cinayetlerin failleri haksız tahrik indirimi alarak neredeyse ödüllendirilmekte.
Kadınlar gününde herkes kadınları bir şekilde pohpohlarken, siz tam tersine durumun ne kadar vahim mi olduğunu göstermeye çalışıyorsunuz?
-Kadınlar gününün de sistem tarafından kadını “anne, bacı, kardeş” ya da “eş” tanımıyla göreceli ahlâk ve namus kavramları içerisinde konumlandırıp kurulu normların dışına çıkmadan bir tüketim gününe dönüştürülme çabası içerisinde olduğunu düşünüyorum.
Sergiyi yapmaya karar vermenizde hangi gazete haberleri ya da yaşadığınız hangi olaylar sizi daha da tetikledi?
-Pek çok nedeni var. Birincisi; feminist bir sanatçı olarak feminist söylemlerle üretilmiş bir sergi görme ihtiyacı. Diğeri, bulunduğum sanat çevresinde feminist kelimesinin çoğunlukla negatif cümleler içinde geçmesi. Feminist gruplar her ne kadar “feminist sergi” daha öncesinde düzenlemiş olsalar da, en azından güncel sanat alanında “feminist sergi” olarak bir serginin düzenlenmemiş olması tetikleyici etkendi benim için. Bunu yaparken feminist grupların kadın cinayetlerinin davalarına müdahil olarak başvurmaları ve “Haksız tahrik indirimi” üzerinden mucadele etmeleri de serginin ana konseptini oluşturan bir diğer etken oldu.
Tiyatro, stand-up ve söyleşi de olacak. Bu ne kadar etkili olacak, sizce sergiler bu anlayışla mı değişmeli?
-Bu proje ile birbirimizin varlığından bir farkındalık sağlamakla birlikte, sanatsal bir serginin sadece belli bir kesimin izlerliğinden çıkartılıp, birlikte paylaşma ve üretme ihtiyacını da karşılamaya çalıştığını düşünüyorum. Yeni bir sergileme önerisi iddasında bulunmasak da, farklı bir çalışma yöntemi, birlikte üretme önerisinde bulunduğumuzu söyleyebilirim.


--KADINLAR GÜNÜ'NDE DİĞER SERGİLER--

Cumhuriyet'in kuruluşunu destek veren kadınlar Bakırköy’deki Airport Outlet Center'da 8 Mart Dünya Kadınlar Günü için “Atatürk ve Cumhuriyetin Kurucu Kadınları Fotoğraf Sergisi” açıldı. Serginin amacı Mustafa Kemal Atatürk’ün kadınlar için hazırladığı yasaları ve Cumhuriyet'in kurulmasında emekleri geçen kadınları bir kez daha hatırlatmak. Sergide Mustafa Kemal Atatürk’ün eşi Latife Hanım, manevi Kızı Nebile Hanım, Afet İnan ile çekilen fotoğraflarının yanı sıra yurt gezilerinde ziyaret ettiği kız olgunluk enstitülerinde ve fabrikalarda kadınlarla çekilen ilginç fotoğraflarına da yer veriliyor. 15 Mart’a kadar gezilebilecek sergide 60 fotoğraf yer alıyor.

Feminist sanatçıdan aynı hafta 3 farklı sergi Şimdiye kadar kadın sanatçıları ve müzeciliği daha iyi tanıtmak amacıyla pek çok çalışma ve araştırma yapmış makaleler yazmış, bildiriler yayınlamış bir sanatçı Tomur Atagök. Sanat aracılığıyla toplumsal mesajlar veren Atagök, 1970'lerin ortasından bu yana özellikle kadın hakları ve çevre korumacılığı konularında metal üzerine yaptığı işleriyle dikkat çekti. 1996'dan sonra Anadolu Tanrıçaları'na, 1999'da küreselleşme adına ortaya çıkan kimlik ve din sorunları, barış adına savaş ve terörizm konularına odaklandı. Eşitlik adına tüketiciliğin arka planda izlendiği özel anıların kanıtları Günceler ise, 1990 başından günümüze süren tükettiği yiyecek ve içeceklerin kağıt atıkları, davetiyeleri ve fotoğrafları içeren kart boyutunda kolaj ve boyalardan oluşan bir dizi. Tomur Atagök şimdi bu dizilerini aynı hafta açacağı 3 farklı sergiyle devam ettiriyor. "Tanrıçalar ve Sıradan Kadınlar" 6 Nisan'a kadar Mine Sanat Galerisi Nişantaşı'nda, "Oyunlar, Oyuncaklar, Çocuklar, Savaş, Sevgi" 10 Mart-10 Nisan tarihleri arasında Kare Sanat Galerisi'nde ve Günceler sergisi 12 Mart-12 Nisan tarihleri arasında Mine Sanat Galerisi Caddebostan'da olacak. Mine Sanat Galerisi tel: 0212 232 38 13, Kare Sanat Galerisi tel: 0212 230 58 91

Kadın gözüyle sanat Derinlikler Sanat Merkezi'nde "Kadın Gözüyle" başlığı altında resim ve heykel karma sergisi açıldı. 25 Mart'a kadar sürecek sergide Demet Kaya Güngörür, Helga Uzlar, Melek Tunç, Mine Nacar Akın, Olga (Oya) Özden, Sara Denahmiyas, Serap Gümüşoğlu, Svetlana Önder ve Şule Ketenci'nin kadının her halini anlattıkları işleri görülebilecek. Beşiktaş Rotary Kulübü’nün himayesinde, dünya kadınlar gününe ithafen gerçekleştirilen serginin gelirinin bir kısmı Bolluca Çocuk Köyü’ne bağışlanacak. Tel: 0212 227 26 64

Ekspresyonist kadınlar İstanbul Kadın Ressamlar Derneği, 8 Mart Dünya Kadınlar Günü için özel bir sergi açıyor: Ekspresyonist Kadınlar. Derneğin başkanı ve serginin küratörü Nilgün Sarp, sergide günümüz kadınlarının hayat şartlarından dolayı deforme edilerek betimlendiğini ve ilk Türk kadın ressam Mihri Hanım'ın hayatının kitabının da bu sergide satışa sunulacağını söylüyor. Sergide Aysun Öncü, Ayça Akalın, Ayşen Sarı, Ceyda Özdoğan, Duygu Otçu, Şebnem Kocaoğlu, Sevil Abdik, Zeynep Konca gibi isimlerin eserleri görülebilir. Sergi 13 Mart'a kadar Şehremaneti Binası Kadıköy Belediyesi Merkez Sanat Galerisi'nde görülebilir.

TEGV yararına kadınlar günü sergisi Galeri Sevart, 8 Mart Dünya Kadınlar Günü’nde Akmerkez’de Karma Resim sergisi açacak. 22 Mart'a kadar Ahu Ergin, Ayşe Çelik, Çiğdem Öztürk, Figen Baş, Koray Güner, Nevin Zahal Tollu, Sevgi Algül, Şule Ulusoy, Oya İnan, Zehra Derinöz gibi yaklaşık 70 sanatçının eserleri sergilenecek. Eserler, Türkiye Eğitim Gönüllüleri Vakfı yararına satışa sunulacak.

Marmara Üniversitesi'nden bir dizi etkinlik Marmara Üniversitesi 8 Mart Dünya Kadınlar Günü'nü Haydarpaşa ve Güzel Sanatlar Fakültesi Kampusu'nda bir dizi etkinlikle kutlayacak. Etkinlikler dün açılan "Bir Kadın" sergisiyle başladı. Küratörlüğünü Hülya Küpçüoğlu'nun yaptığı sergide Prof. Nazan Erkmen, Prof. Ayşe Özel, Doç. Sibel Arık, Susanne Boer (İtalya) gibi pek çok kadın öğretim üyesinin eserleri görülebilecek. Buna paralel olarak bir video art sergisi de düzenlenecek. Üniversitede etkinlikler 9 Mart'ta öğretim görevlisi, sanat eleştirmeni ve sanatçı Canan Baykal tarafından yönetilecek Bir Kadın başlıklı panelle devam edecek. "Kadın Filmleri Haftası" başlığı altında Handan İpekçi’nin yönetmenliğini yaptığı "Saklı Yüzler" filmi 9 Mart'ta, yönetmen Yeşim Ustaoğlu’nun "Bulutları Beklerken" filmi 10 Mart ve Üç Film Üç Gün başlığı altında sunulan Filmordan Kadın yönetmenlerin 10 kısa film gösterimi ise 11 Mart’ta Marmara Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Acıbadem kampusunde gösterilecek.

(Deniz İnceoğlu - Hürriyet Keyif 7 Mart 2009)

5 Mart 2009 Perşembe


Kenter Tiyatrosu'nda geçen ay iki kişilik başarılı bir oyun sergilenmeye başladı; Victoria-Zafer. Alzheimer hastalığına yakalanan eski bir aktristin, gerçekle düş arasında gidip gelen hayatını izliyoruz. Şarkıları ve danslarıyla hayata tutunmaya çalışan Victoria ve ona destek olan bakıcısının eğlenceli ama bir o kadar da dramatik öyküsü, hepimizin başına gelebilecek ölüm kavramına farklı bir bakış açısı getiriyor.
Son dönemde sık sık çevremizde duyduğumuz bir hastalık, alzheimer. Belki de bundan dolayı pek çoğumuz anahtarı, ocakta yemeği, isimleri ya da başka şeyleri unuttuğumuz da "Acaba ben de alzheimer olma potansiyeli var mı" diye sorguluyoruz. Başımıza gelmeyecek bir şey değil, herkese yakın bir hastalık. Tıpkı Yıldız Kenter'in de dediği gibi "Hepimiz her hastalığa aynı derecede yakınız." Kenter Tiyatrosu günümüzde çok sık rastlanan bu hastalığa Victoria - Zafer adlı oyunla farklı bir açıdan bakıyor; hem komik, hem de dramatik.

SANATIN GÜCÜYLE HAYATA TUTUNAN
ALZHEIMER HASTASININ ÖYKÜSÜ
Oyun tekerlekli sandalyede oturan bir kadının üzerine bağlanmış ipten kurtulmaya çalışmasıyla başlıyor. Bir süre sonra adının Victoria olduğunu öğrendiğimiz, yaşı belli olmayan kadın belli ki eski bir aktrist. Bu sebeple de sürekli şarkılar söylüyor ve dans ediyor. İplerden kurtulduğunda söylediği ilk şarkıysa "I could have danced all night". Kahramanımız Victoria bir alzheimer hastası ve ölümü beklenen bir kadın. Ama oyun boyunca sanatı yoluyla, düş gücüyle ve dans ederek kendini oyalıyor. Yönetmen Yıldız Kenter'in dediği gibi gideceği yolu aydınlatıyor: "Tüm bunları bilinçsiz bir bilgelikle yapıyor aslında. Ölüme gitmeyi bile sanat yoluyla daha dayanılabilir, katlanılabilir, daha filozofça değerlendirilebilir hale getirebiliyor. Sanatın gücü burada kendini belli ediyor."
Victoria, eskiden bir sanatçı olduğunu bilmiyor ama sürekli aklına gelen şarkılar onu çok mutlu ediyor. Dans ettiği zaman bunun onda özel bir yetenek olduğunu fark ediyor. Ama tüm bunları bilinçsizce yaptığını izlerken farkedebiliyorsunuz. Ancak hastalığına rağmen enerjisi, hayata tutunması ya da duruma böylesine direnmesi sizi de oyuna daha bir bağlıyor. Çünkü onun neşesi bir anda sizinki oluveriyor.

BOKTAN BİR ROL OYNUYORUM
Çocuk doğurduğu için sahne hayatına 14 yıl aradan sonra devam eden Defne Halman canlandırıyor Victoria'yı. "Herhalde biraz cahil cesaretiydi bu teklifi kabul etmek. Çünkü bazı zorlukları ve kapasitemin ne olduğunu unutmuşum. Ama bunun aradan geçen zamanla değil, karakterin zorluğuyla alakası var" diyor. Ama sahnede çok iyi bir performans sergiliyor. Yürüyüşleri, düşüşleri, koşuşu, ayağa kalkışları, tekerlekli iskemlede otururken bile parmak ucunda bir balerin edasıyla hareket edişi, hatta dans edişi izlenmeye değer. Tüm bunları yaparken söylediği pek çok şarkıda sesini de çok iyi kullanıyor.
Ona eşlik edense yine Yıldız Kenter'in öğrencilerinden Engin Hepileri. Askerden yeni dönen sanatçı kendini ara vermeden hemen sahneye atmış. Hastabakıcı rolündeki Hepileri, düşleriyle gerçek arasında yaşayan Victoria'nın en iyi dostu. Zaten iki karakter arasında çok fazla paralellik var. Her ikisi de birer mahkum gibi bulundukları yerden kurtulmaya çalışıyor. Kimi zaman da Victoria'nın söylediği şarkılar eşliğinde birlikte neşeyle dans ediyorlar. Engin Hepileri'ye karakterinizi biraz tanımlar mısınız diye sorduğumuzda aldığımız cevap ise şaşırtıcı: "Boktan bir rol oynuyorum." Neden böyle cevap verdiğiniyse oyunun bir bölümünü hatırlatınca anlıyorum; Victoria bakıcıya "Neredeyiz, tiyatroda mı?" diye sorduğunda bakıcı ona "Evet. Müthiş bir dram oynuyoruz. Sen bizim baş aktristimizsin, bense ikinci derecede boktan bir rol oynuyorum" diyor. Victoria onun için özel bir hasta. Diğerleri gibi değil, düşün gücüne sahip. Onunla geçirdiği zamanlarda bakıcı değişik şeyler hissediyor, birlikte hem eğleniyor hem de kavga ediyorlar ama hepsinin sonunda mutlaka bir yerde buluşuyorlar. Bu anlamda bakıcının da Victoria gibi bir düşün gücü olduğunu keşfediyoruz.
Eğlenceli olduğu kadar fazlasıyla dramatik olan Victoria - Zafer'in sonu da insanı kararsız bırakıyor; mutlu mu, kötü son mu diye. Çünkü aydınlık, mutlu bir ölümle karşılaşıyoruz.

(Deniz İnceoğlu - Hürriyet Keyif)



Gölge aşka geldi


Büyüklerimizin çocukluğunu geçirdiği, bizim de son zamanlarına yetiştiğimiz bir tür, gölge tiyatrosu. Şimdilerde tek tük tiyatro topluluğu bu geleneği sürdürmeye çalışıyor, aileler de fırsat buldukça çocuklarına bu eğlenceyi öğretmeye çalışıyorlar. Gölge tiyatrosunu özleyenler ve yeni nesillere aktarmak isteyenler için şu sıralar müthiş bir fırsat var; İstanbul Modern Sanat Müzesi'nin yeni sergisi Gölgeye Övgü. 20. yüzyıl başında sinemaya ve hatta günümüz çağdaş sanatına etkisi büyük olan gölge tiyatrosu çizimler, videolar ve heykellerle anlatılıyor.
İstanbul Modern Sanat Müzesi'nde açılan Gölge'ye Övgü sergisi, geçerken bir bakayım denilecek türden değil. Adam akıllı, neredeyse tüm günü ayırmak gerekiyor. Çünkü içinde bir tarih yatıyor. Gölge tiyatrosunun Türkiye ve Yunanistan'daki köklü geçmişinin çağdaş sanata etkileri anlatılıyor. Eski ve yeni örnekler içinde dans, opera ve müzik eşliğinde gölge tiyatrosunun silüetleri, çizimleri, metinleri, el yazmaları ve filmlerinden oluşan 100'den fazla eser var.
Yedi ayrı ülkeden sekiz çağdaş sanatçının ve iki sinemacının katılımıyla küratör Paolo Colombo hazırlamış sergiyi. Şans eseri karşısına çıkan bir bilgiden yola çıkarak yakın dönem sanatçılarının bu konuyla ne kadar haşır neşir olduğunu farketmiş ve bunu daha da araştırıp İstanbul Modern'e taşımış. Bunu yaparken tek kriteriyse gezgin bir şair, yalnız bir film yapımcısı gibi her zaman yalnız ve bağımsız çalışan sanatçıları seçmek olmuş. Böylece Haluk Akakçe, Nathalie Djurberg (İsveç), William Kentridge (Güney Afrika), Katariina Lillqvist (Finlandiya), Jockum Nordström (İsveç), Lotte Reiniger (Almanya), Christiana Soulou (Yunanistan), Ladislas Starewich (Polonya), Andrew Vickery (İngiltere) ve Kara Walker’ı (A.B.D.) bu kapsamlı sergide buluşturmuş. Serginin ismiyse yine küratör, 2001'de Chicago Çağdaş Sanatlar Müzesi’nde William Kentridge tarafından gerçekleştirilen bir söyleşiden, Kentridge’in de bu başlığı Junichiro Tanizaki’nin kaleminden çıkan 1935 tarihli In Praise of Shadows adlı bir kitapçıktan aldığını söylüyor. Colombo Gölge Tiyatrosu’nun, dayandığı köklü gelenek, zenginlik ve öz nedeniyle, sinema öncesi tarihte ayrıcalıklı bir yere sahip olduğunu savunarak “Bu serginin kalbinde ve temel metaforunda, Türk ve Yunan gölge tiyatrosu gelenekleri, özellikle de Karagöz karakteri yatıyor” diyor.


MOZART'IN SİHİRLİ FLÜTÜ KISALDI
FLÜTÜ HAZIRLAMAK OLDU
Serginin içinde kaybolmadan önce müzenin alt katında ve sergi salonunun girişindeki yurtiçi ve yurtdışından hem özel hem de devlet koleksiyonlarından bir araya getirilen Karagöz oyunu tasvirlerini, kitapları, broşürleri, posterleri, gazeteleri ve dergileri incelemenizi tavsiye ederim. Bu kadar kapsamlı bir sergiyi gezmeden önce iyi bir altyapı oluşturmak için çok idealler.
Serginin en ilginç sanatçılarından biri Güney Afrikalı William Kentridge. Mozart’ın Sihirli Flüt'ünün kısaltılmış bir yorumu olan eseri Flütü Hazırlamak'ı mutlaka izleyin. Ahşap, küçük bir sahne üzerine hazırlanmış eseri izlerken kendinizi operada gibi hissedeceksiniz. Videodaki görüntüler, sahne üzerindeki dekora yansıtılarak hazırlanmış. Bunu izledikten sonra hemen yan odada, eserin ön çizimleri ve minyatür tiyatro maketini görmek mümkün. Sanatçı 1999'da 6. Uluslararası İstanbul Bienali için hazırladığı, Türk ve Yunan gölge oyunlarına doğrudan göndermeler içeren Gölge Geçidi'nden bu yana siluet tekniğiyle çalışıyor. Sergide yer alan, sahibinin arzusuna göre ayarlanabilen, değişken boyutları olan Geçit ise Gölge Geçidi videosundaki karakterlerden türetilen, insan kategorilerini temsil eden kişilerin bir heyeti.
Ünlü Amerikalı sanatçı Kara Walker’ın resimleri, siluet enstalasyonları ve videoları çok düşündürücü. Sergide yer alan “Atlanta Savaşı”nda Walker, tarihî olayları, görünürde savaşa paralel olan ama yine de uygun biçimde bireyler ve aileler üzerinde köleliğin trajik bedelini gösteren anekdotlara odaklanıyor. Walker’ın lazerle kesilmiş çelik figürlerden oluşan 22 parçalık “Yanan Afrika Köyü” başlıklı çalışması ise, belirli bir biçimi olmayan bir oyun takımı.


ANİMASYONLA GÜMÜŞ AYI KAZANDI
Finlandiyalı sanatçı Katariina Lillqvist, filmlerinde kendi yaptığı kuklaları oyuncu olarak kullanıyor. Onları tanıdığımız masal ve edebiyat klasiklerinden, tarihten ve eski inanışlardan uyarladığı hikayelerde oynatıyor. 1996'da Berlin Film Festivali’nde Kısa Film kategorisinde Gümüş Ayı’yı kazanan Köy Doktoru adlı kukla animasyonu da sergide, mutlaka görün. Filmde Saraybosna mültecilerinin anıları, Franz Kafka’nın öyküsünün konusuna oturtularak dramatize edilmiş.
Serginin önemli sanatçılarından biri de Ladislas Starewitch. Polonyalı sanatçı, 20. yüzyılın en tanınmış sinemacılarından ve tek resim çevrimli animasyon tekniğinin (stop-motion) ustası sayılıyor. Filmlerinde, popüler eski inanışlardan ve geleneksel masallardan süzülüp gelen karmaşık öykülerin özellikle zor sahnelerinde, çok sayıda kuklanın aynı anda hareket ettiğini görmek mümkün. Tim Burton gibi çağdaş sinemacıları etkileyen Starewich, La Fontaine’in fabllarına dayanan öykülerini mizah, ironi ve müthiş bir teknik beceriyle harmanlayarak özgün yorumlar yaratıyor. Sergide Starewich’in, Aslan Kral da dahil bütün hayvanların güvenini kötüye kullanıp başbakan olan kurnaz ve hain bir tilkinin öyküsünü anlattığı, hareket ve mizah dolu, faşizm karşıtı imaları nedeniyle kimi ülkelerde sansürlenen tek uzun metraj filmi Tilkinin Hikâyesi var.
Sergide ayrıca Ara Güler’in Karagöz konulu fotoğrafları sergileniyor. Grafik tasarımcı Yurdaer Altıntaş’ın Karagöz üzerine bir portfolyosu video alanındaki LCD ekranda ziyaretçilere sunuluyor. Altıntaş’ın gerçekleştirdiği grafik yorum, Karagöz oyununun ışığa bağımlı özelliklerini perde üzerinde yayılan renk dağılımlarının izlenimleriyle yansıtıyor.


İLK SİLUET FİLMLERİNİ YARATTI
KARAGÖZ'DEN ESİNLENDİ
1920’lerde gölge sineması tekniğini geliştirerek, 20. yüzyılın ilk yarısının en önemli animasyon ve film hilesi kullanan yapımcılarından biri Lotte Reiniger (1899). Olağanüstü bir teknik ustalığı ürünü olan ve animasyonlu şiirselliğin baş eserlerinden biri sayılan “Prens Ahmet’in Maceraları”nı 25 yaşında tamamladı. Yıllarca geleneksel Türk gölge tiyatrosu üzerine Metin And ile mektuplaşan Lotte Reiniger’ın üslubu, sinemanın teknikleriyle geliştirdiği Çin gölge oyununa dayanıyor. Reiniger, meslek yaşamı boyunca genellikle masalları ya da operaları temel alan birkaç film yarattı ama birkaç yıl da gölge tiyatrosu için yazdığı oyunlarda oynadı.
Sergide Lotte Reiniger’ın 1923-1926 yılları arasında Berlin’de çektiği, Jean Renoir ve Rene Clair gibi yapımcıların büyük övgüsünü kazanan, seksen yıl önceki güncelliğini bugün bile koruyan, sinema tarihinin ilk uzun metrajlı animasyon filmi Prens Ahmet’in Maceraları izlenebilir. Masal hayranı ve Mozart tutkunu sanatçının, Bizet’nin operası üzerine hazırlanmış enfes parodisi Carmen, herkesi birlikte şarkı söylemeye, mırıldanmaya ve ıslık çalmaya davet eden bir müzikal olan Mozart’ın Sihirli Flüt'ündeki mutlu kuş avcısı Papageno, Saray’dan Kız Kaçırma'dan alıntıladığı Harem’de Bir Gece başlıklı filmlerinin yanı sıra, sergide filmlerinde kullanılmış özgün siluetler ve Tübingen’deki Lotte Reiniger Koleksiyonu’ndan ödünç alınan özgün sahne çizimleri gibi çeşitli malzemeler de var.


(Deniz İnceoğlu - Hürriyet Keyif)

Entelektüel dolmuş şoförü İhsan Bayram


İhsan Bayram (76) İzmir'de entelektüel şoför olarak tanınır. Haşarı bir çocukluk döneminden sonra üniversiteye kadar ailesinin zoruyla okudu. Var olsaydı sadece "yazarlık okulu"na gidecekti. Kendini babasının lokantasına gelen edebiyatçılar ve entelektüellerle geliştirdi. Bir gün Yusuf Atılgan'la tanıştı. Bir daha peşini hiç bırakmadı ve yazarlığın ne demek olduğunu ondan öğrendi. Sürekli okudu; Kafka, Dostoyevski, Faulkner... Ona göre kitaplarını en rahat okuyabileceği meslek olduğundan uzun süre dolmuş şoförlüğü yaptı. Kuyruk beklerken kitap okudu, yolda klasik müzik dinledi. Yeri geldi müziği beğenmeyen müşterileri dolmuştan indirdi. Bu dönemde aklına gelen hikayeleri kağıda döküyordu. Annesinden duyduğu dayısı Ömer'in yaşamı ve 21 yaşındaki ölümü de aklının bir köşesindeydi. Sonunda bunu, tüm aileyi de anlatan bir romana dönüştürdü; Yedi Taşlı Yüzük. Kitapta hem İzmir'i, hem de yaşadıklarını, içine biraz hayal dünyasını da ekleyerek anlatıyor. İhsan Bayram'ın kitabı yazana kadar entelektüel altyapısını nasıl oluşturduğuysa da ayrı bir roman...
İhsan Bayram, İzmir'de lokantacı Rahmi'yle çevresinde uyanık ev hanımı olarak bilinen Fatma'nın oğluydu. Üç kardeşiyle uzun süre Değirmen Dağı ve Agora'da yaşadı. Babasının işlerinin iyi gitmediği 1943'te Manisa'ya göçtü. Haşarı, zeki ve okumayı çok seven bir çocuktu. İlk roman denemesini beşinci sınıfta, şimdilerde sakatatçılık yapan Kasap Hakkı adlı arkadaşıyla yaptı. Tüm çocuk romanlarını takip ediyor, bol bol okuduğu şiirler onu çok etkiliyordu. Bunlardan ilki tıpkı kitapta kendini anlattığı Yakub'un da etkilendiği "Cik cik cik... Sabah erkenden yavrularına yiyecek bulmak için yuvasından uçup giden anne kuş hâlâ yuvaasına dönmedi. Yavrular acıktı. Öğle oldu anne kuş hâlâ yok. Cik cik cik... Yavruların sesleri giderek azalıyor. Anne kuş... Akşamın alacası tepeleri sarıyor güneş battı. Yavruların sesleri giderek azaldı, işitilmez oldu. İyi de anne kuş nerede? O şimdi bir avcının torbasında" öyküsü oldu. Manisa'daki caminin altındaki kitapçıydı beslendiği yer, tıpkı Yakub'un İzmir'deki cami altı kitapçısı gibi. Tek isteği kitap okumak olan Bayram, babasına hep "Beni yazarlık okuluna gönder, başka bir yerde okumak istemiyorum" diyordu. Böyle bir okul olmadığından Manisa Sanat Okulu'na başladı. Ama sürekli olarak lokantaya gidip babasına yardım ediyordu. Çünkü buraya Avukat Nedim Barlas'la birlikte edebiyat öğretmenleri ve entelektüel kesim geliyordu. Barlas'ın Yahya Kemal'le İstanbul Beyoğlu'ndaki Degüstasyon'da yemek yediğini anlatması onun için bir mucize gibiydi. Başlarından hiç ayrılmıyor, deneyimlerini, anılarını dinliyor tavsiye ettikleri kitapları zevkle okuyordu. Bir gün karşısına yazar olduğunu öğrendiği Yusuf Atılgan çıkınca bir daha hiç peşini bırakmadı ve tüm hayatı değişti:
"1950'lerde Yusuf ağabey, Hacı Rahmanlı Spor Kulübü'nün başkanıydı. Solculuktan hapis yatıp tahliye olunca Manisa'ya gelmişti. Bir gün, bir arkadaşım 'Bu kansızlar da artık sporun içinde' deyince araştırdım. Edebiyat fakültesi mezunuydu. Birden gözlerim büyüdü ve onu daha yakından tanımak için peşinden ayrılmadım. Gittiği maçları takip ettim. Bir gün 'Damlara bakan penceresinden liman görünürdü ve kilise çanları durmadan çalardı bütün gün' diye bir şiir okudu. Ona nasıl şaşkın şaşkın baktığımı hala anlatır. Orhan Veli'nin şiiri olduğunu sonradan öğrendim. Bundan sonra dostluğumuz ölene dek sürdü."

LOKANTADA TOPLANAN BAHŞİŞLERLE
AYLAK ADAM YARIŞMAYA YETİŞTİ
Her gününü Yusuf Atılgan'la birlikte geçiriyor, haftasonları İzmir'e sinemaya gidiyor, kitap alışverişi yapıyorlardı. 1954 yazında İzmir İnciraltı Plajı'ndaki büyük bir çınarın altına dinlenmek için oturdular. İşte Yusuf Atılgan'ın önemli eserlerinden Aylak Adam'ın temelleri burada atıldı. Atılgan, ilk romanını beğenmeyip yaktığından İhsan Bayram önlem almak için her yazdığı sayfayı alıp kopyalıyordu. Çünkü bu dönemde Cumhuriyet Gazetesi'nin bir yarışması vardı ve son günü yaklaşıyordu. Ama günlük hayatını yazılarından önde tutan Atılgan, kitabı bir türlü bitirmiyordu. Bayram, ağabeyim dediği Yusuf Atılgan'a ilk kez o gün "Yusuf ağabey ne yap et bu romanı yetiştir" diye diklendi. Kitap bitince sadece bir gün kaldığı için elden teslim etmek üzere lokantadan topladığı bahşişlerle uçak bileti alıp İstanbul'a gittiler. Ama Yusuf Atılgan, kendisi vermek istemeyince iş başa düştü ve İhsan Bayram kendini Yaşar Kemal'in karşısında buldu. Önce heyecandan ne diyeceğini bilemedi, çünkü Kemal sürenin dolduğunu söylüyordu. Sonra cesaretini toplayıp "Yaşar ağabey ben senin romanlarını okurken babamdan sürekli dayak yedim, lokantada işten kaytarıyorum diye" deyince Yaşar Kemal çok güldü ve romanı kabul etti. Aylak Adam, yarışmada ikinci seçildi.

DAHA RAHAT KİTAP OKUMAK İÇİN DOLMUŞ ŞOFÖRÜ OLDU
İhsan Bayram, Manisa'daki lokantaya gelen edebiyatçılar ve Yusuf Atılgan sayesinde böyle entelektüel bir altyapı oluştururken aklı hep başka bir şeye takılıydı; İzmir'de beş yaşındayken aşık olduğu Ayten'e. Küçükken aynı mahallede oturdukları Ayten'i Manisa'ya göçünce de unutamadı. Büyüyünce onun için şiirler yazdı. 1951 yazında babası İzmir Karşıyaka'da sezonluk bir gazino kiralayınca Aytenlerle ailecek yeniden görüştüler ve bir daha da birbirlerinden hiç ayrılmadılar. 1958'de evlenip yeniden İzmir'e yerleşince İhsan Bayram'ın entelektüel yaşamı değişmedi. Eşi, yüksek sosyeteye terzilik yapıp iyi para kazandığından İhsan Bayram da en rahat kitap okuyabileceği mesleği seçti; dolmuş şoförlüğü. 1948 model yanları siyah çizgili Dodge'uyla Alsancak-Konak arasında direksiyon sallamaya başladı. Duraktaki arkadaşları "Filozof mu olacaksın, okuya okuya ne öğreneceksin?" diye takılsa da, sırasının gelmesini beklerken elinden Kafka, Dostoyevski ya da Faulkner'in kitaplarını hiç düşürmedi. Bir diğer tutkusu klasik müziği de TRT'den dinliyordu. Yine böyle bir günde başına ilginç bir olay geldi: "Bir sabah yolda yine klasik müzik dinliyordum. Çok sevdiğim Bach'tan bir eser çalıyordu. Dolmuşa telaşlı biri bindi, belli ki sıkıntılı. Heykel'e yaklaşırken 'Kapat şu zırıltıyı birader' dedi. Tabi ben de o zaman gençlik ateşiyle 'İn aşağı' deyip parasını geri verirken 'Bach'a saygısı olmayan adamı arabamda taşımam' diye de söylendim. Aradan günler geçti vapur iskelesinde yolcu beklerken koşa koşa birisi geldi. Bir baktım yine aynı adam, kapıyı açınca o da durumu fark etmiş olacak 'Sen beni indiren adam değil misin? Ben binmem senin arabana' deyip uzaklaştı."

YEDİ TAŞLI YÜZÜK
ŞANS ESERİ YAYINLANDI
İhsan Bayram bu dönemde şair ve yazar Özdemir İnce ve müzikolog Üner Birkan'la da ahbap oldu. Yusuf Atılgan da gelince hep birlikte maça, sinemaya gidip günün sonunda evde şaraplarını yudumlarken edebiyattan bahsederlerdi. Bayram, iki yıl şoförlük yaptıktan sonra aklına daha cin bir fikir geldi ve kitaplardan hiç uzaklaşmamak için Çim Kitapevi'ni açtı. Burada Enis Batur, Cenk Eray, Ergin Orbey, Turgut Uyar, Edip Cansever, Sezen Aksu, Pakize Suda, Haluk Bilginer gibi isimlerle tanıştı. Kafka ya da Faulkner'i tanımayanlara tavsiyelerde bulundu. Bir gün kitapçıya bir polis geldi: "O yıllarda pek çok kitap yasaklandı Türkiye'de. Bir gün bir polis geldi, Unut isimli kitabı arıyordu. Oysa ki aradığı Andre Marlo'nun Umut'uydu ve rafta beş tane duruyordu. Ama polisin elindeki kağıtta yazanlar o kadar komikti ki kitabın ismi Unut, yazarın ismi de, ne olduğu anlaşılmayacak şekildeydi. Bu sayede temiz belgesi aldık. Ama kitapları hemen gidip denize attık."
İhsan Bayram şimdiye kadar aklına gelen enteresan öyküleri, anıları bir yerlere not etti. Romanlarının taslağını oluşturdu. 1989'da da kitapçıyı kapatıp biriken anıları ve yazıları üzerinde çalışmaya başladı. Bitirdiği bölümleri dosyalayıp arkadaşlarına dağıtıyordu, yayımlamak gibi bir derdi yoktu. Yedi Taşlı Yüzük de bunlardan biriydi. Ama arkadaşlarından biri kitabı çok beğendi ve Şenocak Yayınları'na yolladı. Onlar da kitabı hemen basmak için İhsan Bayram'la iletişime geçtiler. Böylece entelektüel çocuk, şoför İhsan Bayram'ın ilk kitabı yayınlandı. Sinema sektöründe çalışan torunu İhsan Murat Bayram ise kitabın filmini çekmeyi planlıyor.


DAYIMIN ACI ÖLÜMÜ VE YUSUF AĞABEYE KIZGINLIĞIMDAN
YEDİ TAŞLI YÜZÜK'Ü YAZDIM

Dayım henüz 21 yaşındayken, 1938'de, sirozdan ölmüştü. O dönem askerdi, tıpkı kitapta da anlattığım gibi eve atıyla geliyordu. Yakışıklı, kendinden emin, zeki biriydi. Kardeşlerimle ona gıptayla bakardık. Ancak hastalığı onu mahvetti. Hasta yatağında bile askerden kalma kasketini, kendini koruduğunu düşündüğünden çıkarmıyordu. Ayrıntılarını 1970'lerde annemden dinlediğimde içim iyice burkuldu. Bunları bir şekilde kağıda dökmeliydim. Yıllar sonra tüm aileyi de içine katarak kitaba başladım. Dayım Ömer, annem Fatma, babam Rahmi, ninem, eşimin babası İhsan'ı hep gerçek hayattaki halleriyle anlattım. Kendimi de aynı karakteristik özelliklerle Yakub olarak gösterdim.
Kitaba başladığım dönemde Yusuf ağabeye (Atılgan) kızgındım. O yıllarda Eşek Sırtındaki Saksağan adlı kitabını yazıyordu. Kitabın kurgusu isimler üzerineydi. Ali başlığı altında olayı önce Ali anlatıyor ardından başka bir karakter ismine geçiliyordu. Faulkner'in Döşeğimde Ölürken'ini okumuş ve onunla aynı şekilde, karakter başlığıyla yazdığını düşününce tüm kitabı yakmıştı. Bunun için ona inat ben de bu kitabı bu şekilde yazdım. Dayım Ömer'le başladım ve diğer aile fertleriyle devam ettim.

(Deniz İnceoğlu - Hürriyet Keyif)

Popüler kültürü es geçip Sakman şarkıları söyledim



Gülcan Altan 14 yıldır İstanbul Gelişim Orkestrası, Çetin İnöntepe, Grup Gündoğarken, Melike Demirağ, Metin Ersoy gibi isimlerle otel, caz bar ya da restoran gibi mekanlarda şarkı söylüyor. Ruhu dinlendiren temiz sesiyle flamenkodan fadoya, cazdan Klasik Türk Müziği'ne kadar pek çok türü barındıran repartuvarını yorumluyor. Daimi dinleyicileri her zaman bir albüm çıkarmasından yanaydı ama o bir türlü fırsat bulamıyordu. Sonunda 11 yıldır birlikte çalıştığı Vedat Sakman'ın şarkılarından oluşan Gülümser albümü çıktı. Kandilli, Ayrılık da sevdaya dahil, Muammalı Hummalı şarkıları tarzları da biraz değiştirilerek hücum kayıt tekniğiyle kaydedildi.



Yorucu bir günün sonunda evde koltuğa uzanan birini uzun uzun hayallere daldıracak, temiz ve dingin bir sesi var Gülcan Altan'ın. Bu yeteneğinin ailesinden geldiğini söylüyor. Samatya'da büyümüş ama aslında bir Çerkez kızı. Evde sürekli akordeonlar, mızıkalar çalınıp anne ve babası şarkılar söylermiş. Sesinin güzelliği pek çok müzik öğretmeni tarafından fark edilmesine rağmen Trakya Üniversitesi'nde işletme okumayı tercih etmiş. Ancak parası bitince kendisini sahnede bulmuş: "Ordu evinde çalışan bir subay öğretmenlerimdem sesimin güzel olduğunu duyunca beni işe çağırdı. Ben de harçlığımı çıkarmak için hemen kabul ettim. Aynı dönemde öğrenci olaylarından dolayı okulu bırakıp İstanbul'a geri geldim. Ama sahnenin tozunu yutunca müziği bir daha bırakamadım. Artık para değil, zevk için söylüyordum."

ŞARKILARDA YAŞANMIŞLIK DA OLMALI
Gülcan Altan'ın şansı yaver gitti ve zamanın önemli müzisyenlerinden Çetin İnöntepe'yle Tarabya Oteli'nde şarkı söylemeye başladı. İnöntepe'den sadece doğru şarkı söylemeyi değil, sahne adabını, duruşunu ve estetiğini öğrendi. Söylediği çaça ve müzikal şarkılarıyla alaylı bir müzisyen olma yolunda ilerledi. Birkaç yıl sonra kendi ekibini kurdu. 14 yılda pek çok müzisyenle çalıştı. Ama alaylı olması yetmiyordu. Profesyonellerin dilinden daha iyi anlamak ve etnik müziğe olan merakını pekiştirmek için 2001'de İTÜ Devlet Konservatuvarı'na girip birincilikle mezun oldu. Sonra da Yeditepe Üniversitesi Eğitim Bilimleri Enstitüsü'nde yüksek lisansını yaptı.
Vedat Sakman'la yolları 1998'de eski eşi Murat Güner sayesinde kesişti. Tanıştıkları gün Sakman, Usulca adlı albümünün kayıtlarını yapıyordu. Hemen Gülcan Altan'ın sesiyle de tanışmak istedi ve "Gülcan iki şarkı var, bir girip söyler misin, sesinin rengine bakalım" dedi. Murat Güner’le Vedat Sakman sohbet ederken Gülcan Altan, parçayı 15 dakika çalıştı ve söyledi: "O kayıt çok güzel olmuştu. Oradaki heyecan, duygu ve ruh bambaşkaydı. Vedat ağabey o kaydı hâlâ her gelene dinletir" diyor Altan heyecanını hâlâ yaşayarak. Bundan sonra bir albüm yapıp Vedat Sakman şarkılarını söyleme fikri hep akıllarında oldu. Ama Gülcan Altan ilişkilerinin daha iyi olmasını, pekişmesini istiyordu. Şarkıları söylerken yaşanmışlıklar olması onun için önemliydi: "Sakman şarkılarını söylemek kolay değil. Onun şarkıları insanı hemen içine almıyor, önce dinlemekte tereddüt edersiniz. Sonra size bir şeyler anlatır. Hatta bence artık onun şarkıları beni de anlatıyor..."

TÜM ORKESTRA STÜDYOYA GİRDİ
GÜLCAN ALTAN SÖYLEDİ
Sonunda iki yıl önce albümün hazırlıklarına başlandı, şarkılar seçildi. Daha önce Leman Sam ya da Zuhal Olcay'dan dinlediğimiz Vedat Sakman şarkıları ön plandaydı. Orhan Pamuk'un kitabı üzerine yazılan Benim Adım Kırmızı, Akdeniz Şarap ve Ayrılık ise ilk defa icra edildi. Ferhan Şensoy'un sözlerini yazdığı Muammalı Hummalı, Latin ritmleriyle çalındı. Parçada Serdar Barçın'ın saksafon solosu dinlenmeye değer. Albüme bir de radyolarda çalınması için bir parçanın remix'i gerekiyordu. Gülcan Altan bunu Serhan Şeşen'den rica etti: "Genç yaşta kaybettiğimiz Serhan Şeşen çok iyi bir müzisyendi. Bir şarkının remix yapılması gerektiğini öğrenince aklıma ilk o geldi. Hiç uyumadan, iki gün içinde parçayı hazırladı."
Albümdeki tüm şarkılar hücum kayıt tekniğiyle kaydedildi. Yani şimdilerde çoğu kişinin yaptığı gibi enstrümanlar ayrı gün ya da saatlerde çalınıp kaydedilip tekrar birleştirilmedi. İyi ses sanatçılarının ve çalgıcıların yaptığı gibi aynı anda biraraya gelindi ve bir kerede kaydedildi. Klasik ve elektrik gitarı Murat Güner, tuşlu çalgıları Emir Ersoy, bas gitarı Yaşar Cener Sarp, davulu Turgut Alp Bekoğlu, perküsyonu Ateş Öztürkmen ve Abbas Karacan, saksafonu Serdar Barçın, kavalı Turgay Güzelcan, neyi Nurullah Kanık, kanunu Tansel Sarı, udu Zafer Kahraman çaldı. Grup Gündoğarken, Banu Akın ve Gülşen Karanlık da vokalleri söyledi.

SIRADA ÇERKEZ ŞARKILARI VAR
Gülcan Altan, söylediği pek çok tür arasından en çok etnik müziğe ilgi duyuyor. Bunun bildiğimiz Batı müziğinden farklı bir duygu yoğunluğuna sahip olduğunu düşünüyor: "Hint ya da Afrika müziği dinlediğinizde hissettirdikleri çok farklıdır. Halkın kültürünü daha yakından hissedersiniz. Klasik batı müziğinden Bach dinlediğinizde ise mükemmele yakın bir teknik duyarsınız." Hem Çerkez göçmeni olduğundan, hem de etnik müziği sevdiğinden bir sonraki albümü oluşturacak Çerkez şarkılarının kayıtlarına başlamış bile.


Gülümser için gülümseyen bir albüm Ablam Gülümser güzel, alımlı ve zeki bir kadındı. Ona her zaman gıptayla bakardım. Ne yazık ki genç yaşta, 1996'da hayatını kaybetti. İlk albümümün ve içindeki şarkıların onun adına yakışır bir şekilde gülümsediğini düşünerek albümün adını Gülümser koydum.
Bir de sahnede dinleyn Gülcan Altan, her perşembe akşamı İstanbul Fransız Sokağı'ndaki Artiste Terasse'da sahne alıyor. İzlediğinizde "Bir önceki hayatında acaba İspanyol muydu?" diye düşünebilirsiniz. Çünkü kıyafetleri, havası, duruşu, sesi ve söylediği şarkılarla tam bir İspanyol gibi.

(Deniz İnceoğlu - Hürriyet Keyif)

Van Gogh'la tanışın



23 yıldır Kenter Tiyatrosu'nda Sırça Kümes, Ver Elini Broadway, Anne Karenina ve 39 Basamak gibi oyunlarda izledik Hakan Gerçek'i. Televizyon çocuklarıysa Ruhsar dizisindeki eğlenceli karakterle tanıdı onu. Gerçek, geçen yaz kendi kanatlarıyla uçmaya karar verdi ve Kenter'den ayrılıp Tiyatro Gerçek'i kurdu. Amacı Yıldız ve Müşfik Kenter'den öğrendiklerini atölye çalışmalarıyla yeni kuşaklara aktarmaktı. Ama en önemlisi Türkiye'de neredeyse hiç yapılmayan portre ve biyografi oyunlarını sahnelemekti. Bunun için aklına ilk gelen 21 yıl önce Müşfik Kenter oynadığında asistanlık yaptığı Gordon Smith’in tek kişilik oyunu Van Gogh oldu. Dilimize Ülkü Tamer'in çevirdiği oyun, zamanında çok anlaşılmayıp parasız kalan, hastalığı yüzünden çok acı çeken Van Gogh'un neler yaşadığını anlatıyor.
Herkes az çok tanır Van Gogh'u. İmzasına dikkat edilmese de sarının, kesik kesik çizgilerin hakim olduğu resimleri bir kez bile olsa kitapçıların duvarlarında ya da kafelerde görülmüştür. Bazı kesimlerse onu, kulağını kesen deli ressam diye bilir.
Aslında küçükken sanat simsarlığı yaptıktan sonra 1879'da misyonerlik için Belçika'da fakir bir madenci bölgesi olan Borinage'e yerleşti. Madencilerin kötü yaşam koşullarından çok etkilendi ve onlarla yatıp kalkmaya, vakit geçirmeye, dertlerini dinleyip resimlerini yapmaya başladı. İşte Hakan Gerçek'in sahnelediği Van Gogh oyunu da hayatının bu bölümünden başlıyor. Karanlık bir ortamda babasını, ailesini, işçilerin problemlerini ve eskizlerini dinliyoruz Hakan Gerçek'in etkileyici sesinden.
Yaklaşık beş metrelik, kocaman bir şövale hayal edin. Tuval yerleştirilen kısmında beyaz bir perde, altındaysa eşyalar var; boy boy tuvaller, çöp gibi etrafa saçılmış saman kağıtlar, mum, sandalye... Hepsi Van Gogh'un evini ya da diğer bir deyişle sığınağını oluşturuyor. Çünkü oyunun dekoru maden işçilerinin anlatıldığı bölümden sonra bu hali alıyor. Lahey, Nuenen, Anvers, Arles, Paris ve tedavi gördüğü Saint-Remy'de geçen yalnız, parasız, acı dolu ve biraz da deli hayatını dinliyoruz. Ama sakın "Konferansa mı gidiyoruz" ya da "Van Gogh'un biyografisini mi dinleyeceğiz" diye düşünmeyin. Çünkü Hakan Gerçek sahnede gerçekten Van Gogh'a bürünüyor ve onun içindeki acıları, sevinçleri, keşifleri sanki kendi yaşıyormuşçasına başarıyla, dinamik bir şekilde aktarıyor. Bunu tek başına da yapmıyor. Anlattığı olayların ve hikayelerin olduğu dönemde Van Gogh'un yaptığı resimler büyük şövalenin perdesinde gösteriliyor. Yani Van Gogh'un düşüncelerinin resmine nasıl yansıdığını anında öğrenebiliyorsunuz. Patates yiyenler, Teras Kafe, Arles Köprüsü, Günebakan, Kargalarla Buğday Tarlası, Yıldızlı Gece, Joseph Roulin gösterilen 50'ye yakın resimden bazıları.

OYA KÜÇÜMEN'İN ÇIĞLIĞI
VAN GOGH'UN SARISI
Hakan Gerçek, Van Gogh için uzun süre araştırma yapmış. Hollanda'daki müzesini gezmiş, onun için çekilen filmleri seyredip kitapları okumuş. Bununla da kalmayıp Van Gogh'un yakalandığı epilepsi hastalığını daha iyi kavrayabilmek için psikologlara danışmış: "Hastalığı, resimlerinin ve hayatının en önemli parçası. Hastalığına dair pek çok kanıtlanmayan sav var. Mesela boyaların tadına bakarmış. Kimileri sadece sarı görmesinin nedenini boyalardaki kimyasal maddelere yoruyor."
Oyunun en etkileyici yanlarından biri de Oya Küçümen ve Bora Ebeoğlu'nun hazırladığı müzikler. Sesini sakin Türkçe pop şarkılarda duymaya alıştığımız Küçümen, oyun için bambaşka bir tarza bürünmüş. Aynı anda hem insanın içini sıkıp, hem de dinlendirebilen müziklerdeki çığlıkları adeta Van Gogh'un hastalığında kafasının içinde duyduğu çığlıkları anlatıyor.

HÜZÜN BENİ CEZBEDİYOR
VAN GOGH'UN HAYATINDA DA FAZLASIYLA VAR
Kenter Tiyatrosu'ndan ayrılmaya nasıl karar verdiniz?
-Son iki yıldır aklımdaydı. Atilla Birkiye'yle şiir dinletileri yapmaya başlamıştık. Bir tiyatro kurarak bunun gibi farklı ve bana ait projeler yapmak istedim. Şu anda Tiyatro Gerçek'in binasında başladığı gibi atölye kurup yeni oyuncular yetiştirme hedefindeydim. Geçen yaz eşimle tatildeyken birden karar verdik, İstanbul'a dönünce bir ay içinde resmi işleri hallettim. Aynı anda da Van Gogh'a yöneldim. Ülkü Tamer'in çevirdiği tekstini buldum. Kenter Tiyatrosu'nda şu anda "39 basamak" adlı oyun devam ediyor. Bitince tamamen ayrılmış olacağım.
Neden özellikle Van Gogh?
-1988'de Oğuz Aral yönetmenliğinde Müşfik Kenter oynamıştı Van Gogh'u. Ben de asistanlığını yapmıştım. Yine slayt gösterisi vardı ama teknoloji bu kadar gelişmiş olmadığından perdenin arkasından gösteriyordum. Yani oyunu izleyemiyor, sadece dinleyebiliyordum. Çok etkileyici ve öğreticiyid, sanki 100 tane klasik eser dinlemiş gibi hissetmiştim. Kulağımda hâlâ sesi var ve oynarken etkileniyorum. O zamanlar yaşım ve deneyimim uygun olduğunda bu oyunu sahnelemeyi kafama koymuştum. Kendi tiyatromu kurunca da aklıma ilk o geldi. Bir de tiyatroyu portre ve biyografilerin sahnelendiği bir yapı üzerine oturtmak istiyordum. Van Gogh da kendi portresini en çok yapan biri olarak en uygun kişi oldu işlemek için. Bundan sonra Cemal Süreyya gibi yerli portreler yapacağım.
Van Gogh size ne ifade ediyor? Oyundan önce de hayranı mıydınız?
-Resimlerini çok seviyordum ama oyunla karşıma çıkınca merakımı başka türlü uyandırdı. Müşfik Kenter'in sahnelediği dönemde tabi ki şimdiki gibi anlamamıştım, çünkü 24 yaşındaydım. Sahnelemeye karar verip iyice araştırınca tekstin anlamı farklılaştı. Çok acılı, hüzünlü bir hikayeye dönüştü. Hüzün beni çok cezbediyor. Van Gogh'un hayatına detaylı bakınca sevmenin ve çalışmanın ne kadar değerli olduğunu da gördüm. Ruh halimle, şu anda yaşadıklarımla bazı konularda çok yakın hissettim. Kenter Tiyatrosu'nda da severek çalışmayı öğrenmiştim, şimdi bunu Van Gogh'la yansıtıyorum.
"Kendime yakın buldum" dediğiniz hangi noktalar?
-En çok fikirleri ve mesleğine olan aşkı cezbetti. O yolda hiçbir ödün vermiyor, bu çağda bunu yapan artık kalmadı. Kenter Tiyatrosu'nda görmüştüm bu durumu en son. Van Gogh "Kendimi aşarak başarıya ulaşabilirim sadece" diyor. Buna çok inanıyorum. Özellikle içinde bulunduğumuz dönemde bu cümleye daha çok sarılmak gerekiyor. Bir de ressamın acısı, hüznü çok ilgimi çekiyor. Bazen oyunun dışından baktığımda "Çok abartmışsın be Van Gogh" diyorum ama gerçekten çok acı çekmiş. Kendine çok acıyor, yalnız, melankolik bir adam olması ilginç. Belki de onu kamçılayan, iyi yol almasını sağlayan bu oldu. Paris'teki cıvıl cıvıl hayata geldiğinde bile mutlu olmuyor. "Güneş istiyorum" diyor. Ama bulup yapınca "Hoşnut değilim, yıldızları yapacağım" diyor. Aslında hiçbir şeyden mutlu ve tatmin olmuyor. Belki de bu sayede daha iyilerini yaptı. Acıya olan tutkusu bana çok yakın geliyor. Ben de acıyı çok seviyorum. Çünkü acı, insanı geliştiren bir şey. Tıpkı onun başardığı gibi.
(Deniz İnceoğlu - Hürriyet Keyif)