24 Kasım 2011 Perşembe

Bu mesaj herkese

İstanbul Devlet Opera ve Balesi’nde Beyhan Murphy’nin sanat yönetmenliğinde kurulan 'Modern Dans Topluluğu İstanbul (MDTist)', Seyahatname'den sonra gençlere yönelik bir proje olan 'Şehir-Orman'la sahnede. Beyhan Murphy’nin reji ve koreografisiyle ilk defa Ankara MDT tarafından sahnelenen dans drama türündeki eser, pek çok güncellemeyle hazırlandı. Yazar Rudyard Kipling'in 'JungleBook' kitabından yola çıkılan eserde, bir gencin hikayesi ile beraber, toplumu yakından ilgilendiren gençlik ve çevre sorunlarına hem eğlenceli, hem de düşündürücü bir bakış açısıyla yaklaşılıyor. Bir eğitim ve iletişim projesi olarak hazırlanan Şehir-Orman, Türkiye gibi gelişmekte olan ülkelerin geleceğini tehdit eden sosyolojik sorunların ekseninde çevre ve doğa kirliliği, toplumdaki eğitim yetersizliği, nesli tükenmekte olan hayvanlar, yeşil alanların içinde bulunduğu tehlikeler, sokakta yaşayan/çalışan çocuklar gibi gündemlerle gençlerin dünyasına ışık tutuyor.
20 kişinin sahnelediği eserin müziklerini Rahman Altın, hem vahşi doğayı hem de şehir yaşamını çağrıştıran stiliyle kostümü Serdar Başbuğ hazırladı. Ünlü müzik grupları maNga ve Athena da birer parçayla oyuna dahil oldu. Beyan Murphy'le tüm projeyi konuştuk.

Bu eseri seçmeye ne zaman ve nasıl karar verdiniz? Ankara MDT'de daha önce sahnelemiş olmanızın etkisi nedir?
- MDTist yeni bir oluşum ve her yeni oluşumda olduğu gibi, alt yapı süreci, lojistik süreç zaman alan bir iş. Klasik ve modern olarak iki ayrı tecrübe alanından gelen dansçıların birbirine kaynaşması ve bir proje grubu için gereken sinerjinin oluşması zaman alan bir mesele olduğu için, daha önceden denenmiş ve başarısını ispat etmiş eserlerle başlamanın sanat politikası olarak daha doğru bir yöntem olduğuna inandım.
Junglebook kitabından kısaca bahsedebilir misiniz? Neler anlatılıyor kitapta?
- Nobel ödüllü Rudyard Kipling’in 1894’te o zamanın İngiliz sömürgesi olan Hindistan’da yaşamasının sonucunda yazdığı ve dünya literatüründe çok tanınan bir yeri olan bu hikayede aslında alt metinler var. Hayvanlar antropomorfik (insan biçiminde) ahlak değeri taşıyan hikaye kahramanları. Hayvan ve insan kanunları arasındaki çelişki, insanların ‘vahşi’ hayvanları avlamaları sonucunda hayvanların kendilerini korumak için insanlara saldırmaları, aslında orman yasasında böyle bir şey olmadığı gibi... sosyal dokuda birçok gönderme yapıyor. Metnin günümüze uyarlanabileceğini gördüm. Kipling’in göndermeleri, şehir ve orman ekseninde bize çok fazla materyel imkanı veriyor. Mogli adı verilen gencin bir kurt aile tarafından evlat edinilmesi (-ki kurtların sürü olarak ailevi değerleri çok yüksek), panter tarafından korunması, ayı tarafından eğitilmesi, kaplan tarafından avlanmaya çalışılması (-ki kaplan daha önceden insanlar tarafından avlanmaya çalışıldığı için Mogli’ye diş biliyor) ve tabii ki hikaye ormanda cereyan ettiği için, doğa ve çevre konularının gündeme getirilmesi açısından biçilmiş kaftan.

7'DEN 70'E TÜM GENÇLERE YÖNELİK
Eser için kitaptan ne kadar esinlendiniz?
- Karakterler ve ana hikaye ekseni üzerinden çalıştım ancak major bir büklüm, bir ikinci hat yarattım, o da Şehir hayatı tabii. Şehir ile orman arasında gidip gelen bir dikiş bu, ben genelde senaryolarımda böyle bir ikili metod kullanıyorum. Paralellikten bir üçüncü aksiyon doğuyor, o da başka bir devinim düzlemi yaratıyor.
Sahneye uyarlarken hikayede yaptığınız değişiklikler oldu mu?
- Değişiklik değil ama şehirde geçen hikayeyi ormanın bir izdüşümü olarak tasarladım. Dolayısıyla kitapta olmayan hadiseler cereyan ediyor şehirde ama ana hikayeden ayrılmadan yapıyoruz bunu.
Eser sadece çocuklara yönelik mi? Değilse, büyüklerin ilgisini nasıl çekecek?
- Eser küçük çocuklara değil özellikle ‘gençlere’ yönelik. Kanımca 10-21 yaş arası daha uygun ancak ‘genç’ tanımı tartışılan bir şey, 7’den 70’e tüm gençlere yönelik demeyi tercih ediyorum. Hedef almak istediğim kitle ergenlik ve erken üniversite çağı. Ancak herkesin keyif alıp düşünebileceği o kadar çok bilgi var ki içinde seyirci kitlesini kısıtlamak yanlış olur.

*****

ANA MESAJIMIZ ÇEVREYE DUYARLILIK
Bu eserde doğaya ve çevreye duyarlılık uyandırmak, ana mesaj. Bunu biraz didaktik bir yöntemle yapıyoruz ama toplum artık internet-TV-Film sektörü medyalarında hızlı bilgi akışı ve görsel bombardımana alıştı. Dolayısıyla ben bunu sahneye taşımakta bir sakınca görmediğimden, iki ekran vasıtasıyla gerek çevre gerekse şehir yaşamındaki tehlikelerle ilgili yoğun bir bilgi akışı sağlıyoruz.

******

MANGA VE ATHENA'DAN İKİ ŞARKI
MDTist'in sahnelediği Şehir-Orman, tam bir görsel şölen. Serdar Başbuğ'un hazırladığı kostümler, Tuncay Kalyon'un orijinal dekor tasarımı üzerine Behçet Malikler'in uyarlamaları, izleyicinin kendini gerçekten bir ormanda hissetmesini sağlıyor. Eserin müzikleri de dikkat çekici. Rahman Altın'ın bestelerinin yanı sıra Athena ‘durma’ adlı parçayla, maNga ise ‘palyaço’ ile projeye dahil oldu. Oyunda ünlü simalar da var. Eserde geçen 'ŞEHİR_ORMAN TV' kanalında Mirgün Cabas ve Çiğdem Anad, şehirde cereyan eden bazı olaylara ve tehlikelere dikkat çekiyorlar.

** Modern Dans Topluluğu İstanbul'un sahnelediği 'Şehir-Orman' gösterisi 27-29 Kasım ve 18-20-21 Aralık'ta Fulya Sanat Merkezi'nde izlenebilir. Tel: 0212 215 60 29.


(Deniz İNCEOĞLU - Hürriyet Keyif - 19.11.2011)





31 Ekim 2011 Pazartesi

Ne hissediyorsun?

İKSV'nin gösteri mekanı Salon'da her pazartesi Talimhane Tiyatrosu, "Önce Bir Boşluk Oldu Kalp Gidince Ama Şimdi İyi”yi sahneliyor. Seçil Honeywill'in Lucy Kirkwood’un eserinden günümüze uyarladığı eser, zengin olma hayalleriyle Ukrayna'dan İstanbul'a gelen Dijana'nın bir erkek tarafından kandırılıp pasaportuna el konulmasının ardından yaşadıklarını anlatıyor. Modern çağın en önemli sorunlarından biri olan "kadın ticareti" konusunu işleyen oyun, insan tacirliğinin geldiği boyutu sahneye taşıyarak, bunu, özellikle kadınlar üzerine dayatan sistemi eleştiriyor.
Türkiye'nin hâlâ en önemli sorunlarından biri, kadın ticareti. İyi bir iş, iyi bir yaşam vaadiyle kandırılan, özellikle Rusya ve Ukrayna kökenli kadınlar kötü şartlarda Türkiye'ye getirilip, yine kötü şartlarda yaşamaya zorlanıyorlar. Pek çoğu ne yazık ki seks kölesi olarak çalıştırılıyor. Pasaportlarına el konuluyor, kaçak giriş yaptıkları için polise de sığınamıyorlar.
Bu kadar yaygın bir sorun olmasına rağmen, kadın ticareti konusunu tiyatro sahnelerinde pek rastlayamamıştık şimdiye kadar. Sonunda Talimhane Tiyatrosu Sanat Yönetmeni Mehmet Ergen, bu işe el attı. "Önce Bir Boşluk Oldu Kalp Gidince Ama Şimdi İyi" adlı oyunu sahneye taşıdı.
Eser, henüz 27 yaşındaki İngiliz yazar Lucy Kirkwood'a ait. İlk oyununu 2005'te yazan Kirkwood, eleştirmenlerden tam not aldıktan sonra kariyerinde ilerleyerek devam etti. Mehmet Ergen, ilk önce Londra’da genel sanat yönetmenliğini yaptığı Arcola Theatre'ya taşıdı bu eseri. Hapishanedeki kadınlarla buluşarak yalnızca kadın yazar ve yönetmenlerle çalışan Clean Break adlı tiyatroyla ortak çalıştı. Ancak bu iş Türkiye'ye de gelmeliydi. Ne de olsa, bu konu ülke de büyük sorundu. Eserin Türkçe çeviri ve uyarlamasını Seçil Honeywill yaptı. Esra Bezen Bilgin ve Güliz Gençoğlu'nun sahnelediği oyunda Ukrayna'dan İstanbul'a gelen Dijana'nın bir erkek tarafından kandırılıp pasaportuna el konulmasının ardından yaşadıkları anlatılıyor. Fuhuş çetesi üyelerinden birine aşık olan ve sonuna kadar umutlu olmaya çalışan genç bir kızın öyküsü bu. Polis nezaretinde tanıştığı bir başka kız; birlikte Türkiye’ye gelince yaşadıkları ve öncesi... Mehmet Ergen hikayeyi anlatırken dekorda ağırlıklı olarak yatak unsurunu kullanıyor. Dijana'nın aşık olup kapatıldığı evin yatağı, nezarethane yatağı ve fuhuş yapılan yatak... Bu şekilde tüm konu, daha çarpıcı bir hâl alıyor.

*** Oyun, ismini yedi yaşında bir kıza yapılan kalp naklinin ardından kendisine yöneltilen “Ne hissediyorsun?” sorusuna verdiği, gazetelere yansıyan cevabından alıyor: "Önce Bir Boşluk Oldu Kalp Gidince Ama Şimdi İyi."


Yönetmen Mehmet Ergen
OYUNDA ERKEKLER DE VAR AMA
FİGÜR OLARAK DEĞİL

Lucy Kirkwood'un eserini tiyatroya uyarlamaya nasıl karar verdiniz? Eserde dikkatinizi çeken ne oldu?
- Oyun ilk önce Londra’da genel sanat yönetmenliğinı yaptığım Arcola Theatre ile hapishanedeki kadınlarla buluşarak yalnızca kadın yazar ve yönetmenlerle çalışan Clean Break adlı tiyatronun ortak bir çalışması olarak ortaya çıktı. Daha sonra ben, oyunu Türkiye’ye uyarlamaya karar verdim. Çevirmen Seçil Honeywill'le birlikte çalışıp oyunun sıradışı bir kurgusu olması ve bir oyuncu için inanılmaz malzemeler sunması çok önemliydi. Ancak yönettiğim her oyunda olduğu gibi bu oyunu sahneleme kararı almamda en büyük etken konusu oldu.
Kitaptan ne kadar faydalanıldı?
- Kurgusal ve karakterler arası çatışmalar olarak birebir uyarlandı.
Kitap üzerine yapılan güncel eklemeler oldu mu? 
- Tabii ki. Olayın Türkiye’deki fuhuş meselesine eğilmesinden dolayı Odesa, Ataköy, Antalya hattı üzerinden bir coğrafya seçildi. Levent’te bir villada bakıcı olma hayalleri, Kanyon’dan alışveriş etmek, Tefal, Arçelik sahibi olmak... Bunlar hep bizim eklediğimiz şeyler. Bir de tabii oyunun aslında Nijeryalı ve Hırvat karakterler var, biz bunları Ukraynalı ve Türkmen yaptık.
Neden oyunun ismini kalp nakli geçiren kıza sorulan cevaptan aldınız? Bu cevap oyunun tamamını nasıl özetledi? 
- İsmi yazar seçti. 7 yaşında bir çocuk bile bir başkasının kalbiyle yaşayabiliyor. Başka kalperle başka hayatlar yaşanabiliyor. Bunun da ötesinde cesaret gösterip hayatını değiştirmek çok önemli bu oyunda. Ana karakter Dijana da bunu yapıyor, İstanbul’a geliyor; yeni bir hayat için.
Hazırlanırken Türkiye'deki gerçek öykülerden de yararlandınız mı?
- Türkiye’de bu gibi durumları yaşayanları çağrıştıran birçok öge var ama temelde bir insanın hikayesiyle binlerce kişiye dikat çekiliyor.
Oyunda sadece iki kadın oyuncu yer alıyor. Erkeklere ya da diğer yan figürlere yer verilmemiş. Neden böyle bir yol izlediniz? 
- Aslında verildi. Açık ve net başka erkekler de var oyunda. Ama onları canlandıran erkek oyuncular yok. Bu hem yazarın, hem de İngilizce’de yaptığımız yapımın bir sonucu; kadın ağırlıklı bir oyun yazılması. Tiyatroda kadınlara öncelik vermenin en önemli yolu kadının başrolde olduğu oyunlar yazmak ve onlar için mükemmel roller kaleme almak.


SEYİRCİ NE DİYOR
* Bu sorunun daha önce sahnede işlenmediğine inanamıyorum.
* Hep duyup görmezden geldiğimiz bir yaranın birden karşımıza çıkması ne kadar etkileyici.
* Esra Bezen Bilgin inanılmaz bir oyuncuymuş.
* Tiyatro işte bunu yapmalı.
* Nasıl yani, bu yazar 1984 doğumlu mu?

HER PAZARTESİ
Talimhane Tiyatrosu'nun sahnelediği "Önce Bir Boşluk Oldu Kalp Gidince Ama Şimdi İyi” kasım ayında her pazartesi İKSV Salon'da. Biletler 20-25 lira. Tel: 0212 334 07 52.


(Deniz İNCEOĞLU - Hürriyet Keyif - 2011)


28 Ekim 2011 Cuma

Bu haftasonu her şey Van için!

Christian Prommer
Acısı hem maddi, hem de manevi devam eden Van depreminin ardından sadece devlet kurumları ya da özel şirketler değil, sanat toplulukları da elinden geleni yapıyor.
Özellikle 41 grup ve sanatçının katıldığı 'Van İçin Rock'ın şimdiden yüzlerce bileti satılmış durumda. Ama 'Van İçin Rock' yalnız değil.
Lounge FM ’in düzenlediği, 29 Ekim ’de Beyoğlu Tomtom Sokak ’ta gerçekleştirilecek  ‘Urban Festival Istanbul’ ise Biletix satışından elde edilecek gelirin tamamının Van ’a bağışlanacağını duyurdu. Caz, funk, soul gibi türlerden örneklerin izlenebileceği festivalin konuklarından bazıları Bajka, Christian Prommer's Drumlesson, Ben Westbeech And Band ve Mop Mop. Festivalin öne çıkan özelliği, sıradışı müzik kombinasyonları ve sahne şovları. Hindistan doğumlu olup Portekiz ve Güney Afrika’da büyümüş olan şair, şarkı sözü yazarı ve şarkıcı Bajka’nın Asya’daki bu uzun yolculuğu sanatçı kişiliğinin gelişiminde büyük rol oynamış. Neredeyse tüm dünyayı gezerek bu kültürlerin müziklerinden etkilendi ve kendine özgü bir füzyon tarz yarattı. Konserinde de bunları seslendirecek. Cazın yüksek ses teknolojileriyle evrilip elektronik müzikle kesiştiği bir noktanın var olabileceğine dair kanıt isteyenler nefes kesici Christian Prommer’s Drumlesson performansını kaçırmasın. Münih çıkışlı davulcu, prodüktör, DJ, proje adamı ve gerçek bir ilerici müzik dehası Christian Prommer’ın bu projesi için en kısa şekliyle Hi-tech bir caz grubu denebilir. Festivale katılanlar tek biletle aynı sokak içindeki Indigo, Garajistanbul, Indigo Lounge, Alt, Indigo Pub ve We’de farklı konserleri izleme şansını yakalayacak.

BİENALİ GEZİN
TİYATROYA GİDİN
Limonata - Tiyatro 0.2
Van'daki depremzedeler yararına düzenlenecek etkinlikler arasında tiyatro oyunları da mevcut. Örneğin Tiyatro 0.2, bu akşam İkincikat'ta sahneleyeceği 'Limonata' oyununun gelirini Van'a gönderecek. Eserde yazarın da deyimiyle "limonata gibi hem tatlı, hem ekşi bir aile" izliyoruz. Başrolde usta oyuncu Deniz Türkali var. Tipik bir anneyi, gel-gitleri olan zor bir rolü canlandırıyor. Türkali'yi yeniden sahnede görmek, ustalığını hatırlamak isteyenler için müthiş bir fırsat. Sadri Alışık Tiyatrosu da ‘Oğluma Bir Haller Oldu’ isimli oyununun 1 Kasım’da Kozyatağı Kültür Merkezi’ndeki prömiyerini depremzedeler yaranına oynayacak. Metin Zakoğlu, Cafe Theatre'da bu akşam sahneleyeceği 'Herkes mi aldatır' oyununun gelirini Van'a gönderecek. Ardından konser verecek olan Murat Evgin de aynı şekilde yapacak.
Plastik sanatlardan da Van'a yardım büyük. İstanbul Modern Sanat Müzesi, 30 Ekim Pazar günü müze ziyaretinden elde edilecek bilet gelirini Kızılay’ın yürüttüğü kampanyaya bağışlayacak. "Yeni Yapıtlar, Yeni Ufuklar", "Hayal ve Hakikat" ve "Tekinsiz Karşılaşmalar" sergilerinin yer aldığı İstanbul Modern Sanat Müzesi, yarın 10.00-18.00 saatleri arasında açık. Aynı şekilde 13 Kasım'a devam eden, İKSV'nin düzenlediği İstanbul Bienali'nin de pazar günkü bilet satışları Van için olacak.

Deniz İNCEOĞLU - Hürriyet Keyif - 29.10.2011)


17 Ekim 2011 Pazartesi

Şapkayı önünüze alıp bir kez daha düşünün

 Biliyorum bu yazıyı okuyan pek çok tiyatrocu dostum, tanıdığım ya da tanımadıklarım bana biraz kızacak.
"Ama yazmadan duramadım" derler ya, işte o moddayım...
Ne yazık ki yurtdışında tiyatro izleme fırsatını çok yakalayamıyorum. Bunun için Türkler'in sahnelediği oyunlarla karşılaştırma fırsatım da olmuyor.
Ama sağolsun İKSV (İstanbul Kültür Sanat Vakfı) hem tiyatro festivali, hem de özel davetlerle bize bu imkanı İstanbul'da sağlıyor.
Tıpkı geçen hafta Kevin Spacey'yi davet ettiği gibi...
"Allahım o neydi öyle", "Nasıl bir oyunculuk, nasıl bir kurgu" demek, sanırım durumu en net şekilde özetliyor.
Evet, pazar akşamı Kevin Spacey'nin III. Richard oyununu seyrettikten sonra aklıma ilk düşen bunlar oldu.
Bir de, yanımdaki birkaç kişiyle birlikte, ne yazık ki şunu söyledik "Türkiye'dekilerin çoğu bu işi bırakmalı."
Yalan yok, gerçek düşüncelerimiz bunlar...
Çünkü, "Ben çok iyi oyuncuyum", "Aman da bakın ne kadar iyi işler çıkartıyorum" diyenlerin, şapkasını önüne alıp şöyle bir kez daha adamakıllı düşünmesi gerekiyor.
Neden mi...
Kevin Spacey, tam 52 yaşında!
III. Richard'da, neredeyse tüm sahnelerde vardı, yaklaşık üç buçuk saat oynadı.
Üstelik tek ayağı, sakat gibi, yamuk dururken. İnadımdan oyunun bir süresinde sadece ayağını izledim, acaba yamuk bacağının topuğunu yere değdirecek mi, diye.
Ama hayır, indirmedi. Hiç dinlenmedi.
En gür sesi, en zor mimikleri, en dikkatli oyunculuğu sergiledi.
Çünkü, dünyanın önde gelen Hollywood yıldızlarından biri olsa, çok paralar kazansa da, nereden geldiğini unutmayan bir oyuncu Spacey. Tiyatroya olan saygısı ve sevgisi belli ki hiç tükenmemiş. Hâlâ izleyicisiyle televizyon ya da beyazperdede değil, canlı canlı buluşmak için uğraşıyor.
Burada yönetmen Sam Mendes'in payını da unutmamak lazım.
Özellikle ikinci perdedeki savaş sahnesini kurgulayışı, bizi bizden aldı. Akılları karıştırmadan aynı sahnede iki komutan ve askerleri gösterişi, gerçekten başarılıydı.
Evet, ne demiştik...
Şapkayı önümüze alıp bir kez daha düşünmemiz lazım!

(Deniz İNCEOĞLU - 15.10.2011 - Hürriyet Keyif)



19 Eylül 2011 Pazartesi

Sonbaharın temposuna yetişebilecek misiniz?

Sonunda sonbahar geldi de birer birer tüm aktivitiler anons yapılmaya başladı. Tiyatroların yeni oyunları, 12. İstanbul Bienali, galerilerin paralel sergileri, sonbahar kitapları... vesaire vesaire...
Hayatımız haziran ayında bıraktığımız gibi yeniden dopdolu oldu. Bu ayki programlar tamam, gelecek ay içinse şimdiden program yapmakta fayda var. Neden mi... Mesela 13 Ekim'de başlayacak olan Akbank Caz Festivali'nin programı açıklandı.
Evet, biliyorum ülkemizde şu çok çok abartılan sevgili şarkıcı Zaz'ın biletleri çoktan tükendi bile. Ama festival, sadece bu kadından ibaret değil! Onlarca şahane isim var... Carmen Souza, Avishai Cohen 'Seven Seas', Mari Kvien Brunvoll, Amsterdam Klezmer Band, Charles Lloyd New Quartet, Ozan Musluoğlu benim en başta merak ettiklerim.
Pozitif'in düzenlediği festivalde sadece konserler yok. Atölye çalışmaları, paneller, yarışmalar, cazlı brunch’lar da var. Örneğin Sevin Okyay, Murat Beşer ve Cenk Akyol gibi isimler 14 Ekim'de "Radyoda Caz Çalıyor" paneline katılacak. Ertesi gün, Nilüfer Verdi, Ayşe Tütüncü ve Jülide Özçelik gibi isimler “Caz Müziğinde Kadın” başlıklı panelde olacak.
‘Sanat-çı engel tanımaz!’ diyen Düşler Akademisi ise bu kez 23 Ekim'de gönüllü müzisyenleri ve sosyal dezavantajlı gençlerle Social Inclusion Band ile Akbank Sanat’ta sahne alacak. Bir de o leziz brunch'lar, bu yıl da devam ediyor. 16 Ekim'de Feriye Lokantası, 23 Ekim'de Moda Teras'ta farklı müzikal disiplinlerden gelen beş genç müzisyenden oluşan LAGE, sahnede olacak.

BUNLARI KAÇIRMAYIN
Bu özetten sonra gelelim gitmeyi düşündüğüm konserler hakkında daha fazla bilgi vermeye...
Cape Verde asıllı Portekizli şarkıcı Carmen Souza, çoğu başarılı müzisyen gibi ilk olarak kilise korosunda şarkı söylemeye başlamış. Nina Simone, etkilendiği en önemli isimlerden biri. Keşfedilmesiyse Portekiz’in önemli caz basçılarından biri olan Theo Pas’cal tarafından olmuş. Aynı anda akıl hocası olan Theo ile beraber parça yazmaya başlayan Souza, atalarının dili olan Creole lisanını da parçalarında kullanıyordu. 2005'te ilk albümünü yayınladıktan sonra şimdi son albümü “Protegid” ile Afro-Latin, dünya müziği ve caz arasında gidip gelen renkli çizgisiyle İstanbul'da olacak.
Festivalin en eğlenceli konserlerinden biri olacağını iddia ettiğim isim tabii ki Amsterdam Klezmer Band. 1996'da saksafon ustası Job Chajes tarafından kurulan grup, Amsterdam sokakları ve parklarında sergiledikleri hareketli performansları ile kısa sürede dünya çapında tanınmıştı. Repartuvarlarını birlikte hazırlıyorlar. Balkan/Çingene/Klezmer müziklerinin orta noktasındalar denilebilir. Ortadoğu ve Afrika etkilerinin müziğinde hissedildiği basçı ve besteci Avishai Cohen de tüm yakışıklılığıyla festivalde olacak. 9 yaşında piyano ile başlayan müzik hayatına 14 yaşında basgitar ve kontrbas ile devam eden sanatçının etkilendiği isimler arasında Jaco Pastorius var. Danilo Perez ile çalarken usta isim Chick Corea tarafından keşfedilen ve ünlü müzisyenin himayesinde 1997 senesinde ilk albümünü çıkaran sanatçı, günümüze kadar 12 albüm yayınladı. Şimdi son albüm “Seven Seas” ile burada olacak.
Bu arada hatırlatalım festival biletleri 5-115 lira arasında...

(Deniz İNCEOĞLU - Hürriyet Keyif - 17.9.2011)

5 Eylül 2011 Pazartesi

Kadıköy'ün arka sokağındaki yabancılar

30 yıllık Kadıköylüyüm ama hâlâ iyice keşfedemediğim noktaları, mekânları var. Hush Gallery de bunlardan biriydi.
Süreyya Operası'nın karşı sokağındaki yemekçilerin arasından geçtikten sonra sola dönünce karşınıza çıkıyor Hush. Şahane, eski bir cumbalı eve konuşlanmışlar. Hep önünden geçerdim ama içine girmek kısmet olmamıştı. Sonunda geçen hafta aklımdaki bu maddeyi de yapmayı başardım.
Hush'la ilk tanışmanız tamamen hangi kattan girdiğinizle alakalı. Çünkü üst kata adım atarsanız sizi harika bir İtalyan restoranı karşılıyor. Ama eğer alt kattan girerseniz galeriyle tanışıyorsunuz.
Ben tercihimi alt kattan yana kullandım.
Eserlerden önce ilk etkilendiğim mekânın ruhu oldu. Bir kısmı beyaz yağlı boya, bir kırmızı kahverengi taş duvarlardan oluşan Hush, yurtdışındaki yeraltı galerilerini anımsattı birden. İstanbul'da alıştığım pırıl pırıl galerilerden farklı bir konsepte dalmak iyi hissetirdi açıkçası. Galerinin akşam 22.00'ye kadar açık olması da farklılıklarından ve ziyaretçiyi özgür kılan özelliklerinden biri.
Galeride bugün "20/4" adlı yeni bir sergi açılıyor.
İsminin gizemi, 20 gün boyunca İstanbul'da yaşayıp eserlerini üreten dört sanatçıdan geliyor. Almanya'dan Antonia Breme (25) ve Nikola Breme (22), Polonya'dan Kasi Roswadowska-Myjak (27) ve Türkiye'den Gözde Kircioglu (25).
Her biri genç, aklı fikirlerle ve yeniliklerle dolu bu dört sanatçı, 20 gün boyunca İstanbul'u yaşayıp yeni eserler yarattılar. Hepsi bugünden itibaren 28 Eylül'e kadar Hush Gallery'de sergilenecek.
Bakın gezinti sırasında yakaladığımız sanatçılaran Antonia Breme ve Kasi Roswadowska-Myjak kendilerini, sanatlarını ve İstanbul'la buluşmalarını nasıl anlatıyorlar...

BİR GEMİ NE KADAR ÇOK ŞEY ANLATABİLİR
Antonia Breme, sanatında daha çok mekânı deneyimleme biçimini ele alıyor. Farklı materyalleri araştırarak heykeller ve enstalasyonlar yapıyor. Gündelik hayatta karşılaştığı durumlara yer veriyor. Yapılar, yüzeyler ve ayrıntılar ilgisini çeken unsurlar. Bunları yaparken Rachel Whiteread, Wolfgang Tillmans, Olafur Eliasson gibi sanatçılardan ilham alıyor. Sanatçı İstanbul’a ilk kez gelmiş. Karşılaştığı ilk şeyinse "enerji dolu ve capcanlı bir şehir" olduğunu söylüyor: "Kalabalık sokaklar, satışa sunulmuş çeşit çeşit ürünler ve onları izleyen muazzam gürültü başta çok baskındı. En çok dikkatimi çeken şeylerden biri kaos ve görünüşe göre bu kaosun hayatın bir parçası olmasıydı. İnsanlar pek çok anlamda birbirlerine bağlı görünüyorlar." Bu izlenimlerle yola çıkan Antonia Breme bakın galeride neler yapıyordu: "Burada bir gemi inşa etme fikri İstanbul’daki konumumuza ve şehrin kendi konumuna bir gönderme. Kurulmakta olan gemi, gezimizin bir durağını oluşturan İstanbul’da sınırlı bir süreliğine kalışımızı, ilerlemeden önce bu şehirde geçici olarak konaklamamızı ve çalışmamızı görünür kılıyor. Ayrıca küçük bir galeri mekânında kurulan kocaman gemi şehri deneyimleme biçimime, şehrin çok kuvvetli etkisi karşısında oldukça küçük olduğumuz hissi ile yüzleşmemize de gönderme yapıyor."
Kasia Roswadowska-Myjak'nın şehirde ilk dikkatini çekenlerse kitleler, kalabalık, gürültü, ezan sesleri, yakıcı güneş ve sıcaklık olmuş. Kendisi de bu büyük geminin inşasına yardım edenlerden. Bakın o bu gemiye nasıl bakıyor: "Buluntu materyallerden inşa edilmiş gerçek bir gemi gibi olacak. Galeriye oldukça soyut ve esprili bir şekilde yerleştirilecek, çünkü aslında oraya sığamayacak kadar büyük görünecek. Dışarıdan gemiye küçük bir kapıdan girilebilecek ve sonra yine aynı yerden çıkılacak. Gemiyi seçtik çünkü Boğaz’da pek çok gemi var ve vapurları düşünecek olursak, İstanbul onlar olmadan yapamaz. Dahası gemi göç için, Almanya’da veya başka yerlerde yaşayan Türkler için güçlü bir metafor teşkil ediyor. Sorunlar ve sızıntılarla dolu..."
Hush Gallery'de bu akşam DJ Okan Dirim'le birlikte verilecek şahane bir açılış partisi var. Ben orada olacağım, sizi de bekleriz... Unutmadan, giriş ücretsiz!
Adres: Caferağa Mah. Miralay Nazım Sok. 20 Bahariye-Kadıköy / İstanbul


(Deniz İNCEOĞLU - Hürriyet Keyif - 20.8.2011)


18 Ağustos 2011 Perşembe

Eleştirmenler onu seçti


Ünlü bir cazcı olmasına rağmen, adı belki de müzikten çok, özellikle de 60'larda ırkçılığa karşı verdiği mücadeleyle anıldı. Ve yine belki de bu yolda verdiği savaş yüzünden caz dünyasında hak ettiği konuma kavuşmakta çok gecikti.
Neyse ki son yıllarda adı, Betty Carter ile birlikte yaşayan iki caz divasından biri olarak anılmaya başlanmıştı. Ama bunun tadını pek de uzun süre çıkaramadı.
Tam bir yıl önce, 14 Ağustos 2010'da, 80 yaşındayken hayata veda etti.
Cazın efsanevi isimlerinden Abbey Lincoln'dan bahsediyorum.

DÖRT İSİM BİRDEN

Billie Holiday ve Coleman Hawkins'i dinleyerek caz müziğiyle tanışan Lincoln, 19 yaşında bir amatör şarkı yarışmasını kazanmıştı. 1951'de Anna Marie adıyla profesyonel anlamda şarkı söylemeye başladı. Kendisinin gerçek adı Anna Marie Wooldridge'ydi. Sadece bununla yetinmedi. Fotomodellik, oyunculuk, şarkıcılık, politika ve kültür elçiliği gibi birçok değişik alanda çalıştı. 1957'de Ebony dergisine "The Girl Can't Help It" adlı filmdeki rolünde giydiği Marilyn Monroe elbiseleriyle kapak olan Lincoln, ismini bu sefer de Gaby Lee olarak değiştirerek New York kulüplerinde şarkı söylemeye başladı. Bakın müzik yazarı Murat Beşer, bu farklı isimlerle ilgili ne diyor: "11 çocuklu bir ailede yetişti. Gerçek adı Anna Marie Wooldridge. Hiçbirini kendinin bulmadığı, üç takma isim, belli dönemlerini temsil ediyordu. Aminata Moseka, ona Afrika’da Gine başbakanı tarafından verilmiş. Gaby, Los Angeles’daki Fransız revüsü Moulin Rouge’da iş bulduğunda ona takılan isimdi. Ve son olarak Abbey Lincoln, menajerliğini yapan söz yazarı bir kadının buluşu."
1957'de davulcu Max Roach ile anlaşan Abbey Lincoln, aynı yıl Sonny Rollins, Wyııton Kelly,
Paul Chambers ve Kenny Dorham ile birlikte "That's Him" adlı ilk plak çalışmasını yaptı. 1960 yılında Max Roach ile "We Insist, Freedom Now Suite," 1961 yılında da Eric Dolphy ve Coleman Hawkins'le birlikte "Straight Ahead" gibi caz tarihinin iki önemli yapıtına imzasını attı. 1962'de Max Roach ile evlendi. 1992'de çıkardığı ve içinde Stan Getz'in de olduğu "You Gotta Pay the Band" çalışması ile Billboard caz listelerinde bir numaraya kadar yükseldi. Kendi bestelerini yaptığı için cazcıların arasında ayrıcalıklı bir konumu olan Abbey lincoln, şarkılannda adeta hikayeler anlatır.
14 Ağustos'ta kaybettiğimiz Abbey Lincoln, ölümünün ardından da onurlandırılmaya devam ediyor. ABD’de yayınlanan en saygın caz dergilerinden Downbeat'in 59’uncu Eleştirmenler Anketi'nde ABD ve Avrupalı eleştirmenler tarafından en iyi seçildi, Şöhretler Galerisi’ne alındı.
Biz de bu vesileyle kendisini bir kez daha anmış olalım.

(Deniz İNCEOĞLU - Hürriyet Keyif - 13.8.2011)

4 Ağustos 2011 Perşembe

Aralarında sadece 3 yüzyıl var

Yurtdışında sanat dünyasında yeni bir trend başladı.
Büyük bir sergi organizasyonunda iki kişinin işleri aynı anda sergileniyor.
Biri günümüzden ya da bu yüzyıldan sanatçılar arasından seçilirken, diğeri önceki yüzyıllardan usta bir isim oluyor.
Bu durumla her zaman karşılaşabiliriz, ne tür bir ilginçliği var ki, diyebilirsiniz...
Ama gerçekten ilginç.
İki sanatçı arasında mutlaka bir bağ kuruluyor.
Aynı tekniği, renkleri kullanmış, aynı okullara gitmiş ya da farklı dönemlerde aynı bölgede yaşamış olabiliyorlar.
Konuyu gündemdeki bir örnekle anlatmak en faydalısı olacak.
Örneğin şu sıralar İngiltere'deki Dulwich Resim Galerisi'nde buna benzer bir sergi var:
"Twombly and Poussin: Arcadian Painters", Türkçesiyle "Twombly ve Poussin: Pastoral Ressamlar."
Twombly ya da tam adıyla 'Edwin Parker "Cy" Twombly, Jr.' Amerikalı bir ressam. 1928-2011 yılları arasında yaşamış sanatçı, dışavurumcu, büyük ölçekli, özgürce karalanmış, galigrafi stilindeki işleriyle tanınıyor.
Nicolas Poussin ise 1594-1665 yılları arasında yaşamış bir Fransız sanatçı. Klasik işleri, 17. yüzyıl Barok stilini gösteriyor.
Peki, onları biraraya getiren ortak özellik ne oldu...

AYNI GİZEM
AYNI PASTORALLİK
Aralarında neredeyse üç yüzyıl olmasına rağmen onları aynı sergide biraya getiren en önemli unsur, öncelikle ikisinin de 30'lu yaşlarında Roma'ya taşınması oldu. Bazı kişisel sebeplerden ötürü hayatlarının en üretken döneminde Roma'ya taşınan sanatçılar, uzun süre burada kaldılar. Bu da onların aynı binalardan, aynı çiçek türlerinden, aynı şekillerden, havadan, sudan etkilendiğini anlatıyor.
Üstelik Twombly bir keresinde "Poussin olmayı çok isterdim" demişti.
İki sanatçı da aynı klasik gizemden, Rönesans resimlerinden ve pastoral renklerden etkilenmişti. İkisi de dört mevsimi resmetmişti.
Bu benzerlikleri daha yakından görmek isterseniz sergi 25 Eylül'e kadar açık.

(Deniz İNCEOĞLU - 30.07.2011 - Hürriyet Keyif)

26 Temmuz 2011 Salı

Bistro'nun sakin avlusu, POPUP'ın oyun okumaları


Özellikle müzelerin kafe ve r
estoranları bana her zaman ilaç gibi gelmiştir. Uzun soluklu eser izlemelerinden sonra ferah bir ortamda alınan yemek ya da bir kahve, hem eserleri bir daha derinlemesine düşünmemi hem de bir sonraki programı yapmamı sağlar.
Şu sıralar bunun için en yeni mekânım Garanti Bankası'nın geçen aylarda Beyoğlu'nda açtığı SALT'ın içindeki Bistro. Sadece SALT değil, Beyoğlu'ndaki diğer galerileri gezdikten sonra da dinlenmek için ideal bir mekân. Bu sıcak günlerde iç kısmını pek tercih etmiyorum, çünkü muhteşem bir avlusu var. Binanın arkasında kalan bölüm, Beyoğlu için fazlasıyla sakin, dinlendirici.
Şef Murat Bozok ve işadamı Ali Selçuk'un ortaklaşa açtığı Bistro'nun a la carte mönüsünün yanı sıra dikkatleri sergiye özel hazırladığı mönüsü çekiyor. Bistro’daki mönüler, SALT Beyoğlu’ndaki sergiler değiştikçe; sanatçıların eserlerinden, beğenilerinden, kültür ve yaşamlarından yola çıkılarak yenileniyor. Örneğin şu sıralarda sunulan mönünün başlangıcındaki domates salatası, SALT Beyoğlu’nun yeniden işlevlendirilmesi sırasında, binanın 4. katında oluşturulan “Bahçe”den esinlenilmiş. Ana yemek "Köfte - Ekmek ve Salatalık Uyarlaması", Ahmet Öğüt’ün “Yokuş Boyunca” adlı enstalasyonu doğrultusunda, İstanbul'un yokuşlu sokaklarında rastlamaya alışkın olduğumuz seyyar köfte-ekmek arabaları düşünülerek hazırlanmış. Tatlı olarak seçilen Amaroneli Sufle, “Ben bir stüdyo sanatçısı değilim” sergisine konu olan Hüseyin Bahri Alptekin’in en sevdiği şarap olan Amarone’dan esinlenilmiş. Mönü 45 lira, Bistro öğlen 12'den gece yarısına kadar açık. Mutlaka bir uğrayın.

KAHVE İÇERKEN DOT EKİBİNİN OYUN OKUMASINI DİNLEYİN
Önce bir yemek yiyeyim sonra da şöyle bir kahve içip biraz dergi kitap karıştırayım diyorsanız, önerim yeni açılan POPUP olacak. Sıradışı
oyunlarıyla her zaman dikkatleri üzerine toplayan Dot ekibi, Maçka G-Mall'daki sahnesinin ön tarafında açtı burayı. Ve tabii ki kültür sanat ağırlıklı bir mekân olarak tasarladı. POPUP, çizgi roman meraklıları için hazırlanmış kütüphanesi, alternatif videoların, konser kayıtlarının seyredildiği ekranı, playstation köşesi ve yemyeşil bahçesiyle rahat ve konforlu bir kafe.
Buna eşlik edense rock, caz, blues, lounge müziklerin 80’ler, 90’lar ve yeni nesil, enerjili ve seçkin örnekleri. Mönüden önereceklerim arasında sebzeli İspanyol omleti, köy ekmeği üzerinde portakal soslu deniz levreği, siyah fasulye çorbası, somonlu seviçe ve lazanya var.
POPUP'ın tüm bunlar dışında en dikkat çekici yanıysa oyuncuların provaları. Evet, DOT oyuncuları sahneleyecekleri yeni eserlerin okuma provalarını burada yapıyor. Neden siz de onlara eşlik etmeyesiniz...

(Deniz İNCEOĞLU - Hürriyet Keyif - 23.7.2011)


23 Haziran 2011 Perşembe

Neler oldu, neler dediler!

KEANU REEVES KİTAP YAZMIŞ
İnternette dolanırken şans eseri fark ettim. Matrix serisiyle daha da popüler olan ünlü oyuncu Keanu Reeves meğer bir de kitaba imza atmış: Ode to Happiness. Adını Türkçe'ye çevirmeye çalışırsak Mutluluğa Övgü diyebiliriz. Kitap aslında Alexandre Grant'ın çizimlerinden oluşuyor. Reeves de metinleri
ni hazırlamış. Yazılan kritiklere göre, her sayfadaki farklı cümleler, adeta Keanu Reeves'in "kendine acıma" duygusunu yansıtıyormuş. Reeves ise kitap hakkında şöyle diyor: "Mutfağımda arkadaşım Janey'le takılıyorduk. Bir yandan da radyo açıktı. O sırada depresyonlu, acı dolu nostaljik müzikler çalıyordu. Yani, çok yalnızım, terk edildim, kalbim kırıldı... gibi
cümleler çok fazlaydı. İnanılmaz korkunçtu. İşte bu sırada kağıda bir şeyler karalamaya başladım: 'Banyo yapıyorsun, mumu yaktın ve depresyondasın...' Bu cümleler o sırada Janey'yi çok güldürdü. Ben de bu şekilde kendime acıyarak yazmaya devam ettim."
Kitap geçen şubat ayında yayımlandı. Amazon'da bulmak mümkün. Yalnız fiyatı 20 euro'nun üzerinde.

DR. HOUSE ASLINDA SPORCU OLMAK İSTİYORMUŞ
Almanya'nın önemli gazetelerinden Die Zeit'ta geçen hafta Hugh Lauries, nam-ı diğer Dr. House'la röportaj vardı. Muhabir, henüz 16
yaşındayken tüm hayallerini gerçekleştirdiğini, müzisyen ve oyuncu olduğundan bahsediyor, bir de babasının mesleği doktorluğu da oyunculukta iyice öğrendiğini söylüyordu. Ancak bu yoruma Lauries'in cevabı aynen şöyle: "Aslında komik olan, oyunculuğun benim için çok büyük bir hayal olup olmadığından çok emin değilim. Açıkçası İngiltere Milli Takımı'nda ünlü bir kriket oyuncusu olmayı çok isterdim. Ama sanırım bu, gerçekten bir hayal olarak kalırdı.

ARTIK METALLICA YOK LOUTALLICA VAR
Müzik dünyası geçen hafta pek de beklenmeyen, olması hayal gibi nitelendirilen bir haber aldı.
Metallica ve Lou Reed birlikte albüm hazırlamışlar. Metallica'nın resmi sitesinden verilen bilgide henüz yayımlanma tarihi belirtilmemiş. Ama geçen hafta kayıtları bitirdiklerini,a toplam 10 şarkı olduğunu söylemişler. Albümün ortaya çıkış hikayesiyse 2009'a dayanıyor. Rock and Roll Hall of Fame'de Lou Reed ve Metallica birlikte konser vermişti. Hemen ardından Reed, grubun San Francisco'daki stüdyosuna görüşmeye gitmiş. Geçen birkaç ayda da kayıtları hazırlamışlar. Bu muhteşem birlikteliğe acaba "Loutallica" adını verseler nasıl olurdu...


(Deniz İNCEOĞLU - Hürriyet Keyif - 18.06.2011)


9 Haziran 2011 Perşembe

Son noktayı Zafer Başoğul koydu

Bir önceki "Kitabın içeriğine değil nasıl pazarlandığına bak" başlıklı yazımı okuyanlar bilir. Son bir yıldır kitap piyasasında icat edilen pazarlama yöntemlerinden bahsetmiştim. Blog yazarının kitabı "Küçük Aptalın Büyük Dünyası", Yedi Ölümcül Günah serisi, Aykut Oğut'un ayna kapaklı son kitabı ve barkot sistemini kullanan "1 Kadın 2 Salak" verdiğim örnekler arasındaydı. Her birinin kendine özgü yeni pazarlama, okuyucunun ilgisini çekme yöntemleri var.
Tüm yapılanlar iyi mi yoksa kötü mü, uzun uzun tartışılabilir. Ama bunlara son noktayı Zafer Başoğul'un
ilk kitabının koyduğunu yazmadan edemeyeceğim. Başoğul'un geçen hafta birkaç yerde röportajı çıktı belki denk gelmişsinizdir.
Evet, o kitaptan bahsediyorum... Arka kapağında prezervatif olandan.
Kitabın ismi "Af". Kapağındaki alt kısma,
"Birilkeninhikayesi" diye not düşülmüş. Konusunu okumak için arkasını çeivirdiğinizdeyse sizi gerçek bir prezervatif karşılayacak. Bunu gören insan haliyle kitabın konusunu çok daha fazla merak ediyor. Aklı fesat olanlar "Uygulamalı bir yöntem mi var acaba" diye bile düşünebilir...
Kitap, nefret ve sabır üzerine kurulu altı yıllık tutkulu bir aşk hikayesini anlatıyor aslında. Bir de aşk ve ilişki üzerine derinden incelemeler yapıyor, detaylar veriyor okuyucuya. Ama kitabın asıl misyonunun Türkiye'deki HIV Pozitif gerçeğine bir gönderme yapmak olduğunu söylüyor yazar Zafer
Başoğul. İşte bu yüzden kitabının arka kapağına bir prezervatif yerleştirmiş. Prezervatifle ilgili tüm önyargıları da göze almış.
Hatta kendisi şöyle de bir cümle kuruyor: "Prezervatifi bir promosyon malzemesi yaptığım söylenebilir, dikkat çekme öğesi olarak kullandığım düşünülebilirdi. Fakat benim kitapta anlatmaya çalıştığım ilk konu, bir ilkenin hikayesidir. Bu hikaye ile birlikte Türkiye'de bu tabu ürün prezervatif ile ilgili bir adım atma isteğim, bazı riskleri göze almam gerektiğini düşündürdü. Öte yandan bu kitap bir sosyal sorumluluk misyonu da üstlenecek, HIV Pozitif ve AIDS gerçeği hakkında da bir deşifre yapacaktı."
Hepsi iyi güzel hoş da, sanırım tüm bunları söylerken kendisinin Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi Halkla İlişkiler Bölümü’nden mezun olduğunu ve uzun yıllardır halkla ilişkiler yaptığını da göz önünde bulundurmak gerekiyor. Artık durum, bir pazarlama harikası mı yoksa gerçekten sosyal sorumluluk projesi mi siz karar verin...

(Deniz İNCEOĞLU - Hürriyet Keyif - 4.6.2011)


2 Haziran 2011 Perşembe

Kitabın içeriğine değil nasıl pazarlandığına bak

Herhalde en fazla bir yıl olmuştur...
Kitleler daha çok internet kullanmaya başlayıp özellikle de cep telefonlarından sürekli sosyal ağ bağlantısı kurduklarından kitapçılar da kendini bu dünyaya kaptırdı.
Önce büyük bir Pucca furyası patladı. İnternette kendi blog'unda günlük tutan Pucca, yüzünü Marilyn Monroe'nun fotoğrafıyla kapatarak kendi kitabının kapağı oldu. "Küçük Aptalın Büyük Dünyası" adıyla yayınlandı, pek çok kişinin merakını uyandırdı.
Birkaç ay önce de İstanbul sokaklarının duvarlarında "Dex" ya da "X" gibi ne olduğu belirsiz simgeler görülmeye başladı. X’in bilinmeyen anlamına gelmesi doğru ve dikkat çekici bir noktaydı. İnsanlar merak etti. Aslında bu imgeler, Dex Kitap'ın "Yedi Ölümcül Günah" serisinin reklamıydı. Yayımcıların söylediğine göre gece kulübü sanıp, rezervasyon için arayanlar bile
olmuş. Dex Kitap'ın amacı, 16-25 yaş arasındaki gençlerin ilgisini çekmekti. Bakın Doğan Egmont Genel Yayın Direktörü, o dönemde Hürriyet Cumartesi'ye verdiği röportajda ne demiş: "Dex eğlenceli ve fantastik bulduğunuz, korktuğunuz ne varsa onları vaat ediyor. Çünkü günümüz gençleri fantastik ve kurgu üzerine kitaplar okumayı seviyor. Paranormal ilgilerini çekiyor.
Her şeyi mobil olarak yaşıyor. Bu yüzden Dex Publication’ı (yayınevi) kısaltarak www.dexpub.com internet sitesini kurduk. Blog işlevi de gören bu site, bir nevi gençlerin iletişim noktası olacak. Yakında bu site üzerinden açılacak bir bölümde günahlarını paylaşacaklar. Sitede bir de ‘Yedi Ölümcül Günah’ serisi için çektiğimiz klip var. Başrolünde oyuncu Özgür Özberk oynuyor. Gençlere tek bir mekanda bile yedi günahla karşılaşabileceklerini göstermek istedik."

AYNALI MI
MOBİL BARKOTLU MU

İşte bu tür şeyler geçen haftalarda olanların zeminini hazırladı belki de...
Kitapçılar okuyucuların ya da hâlâ okumayanların ilgisini çekmek için farklı farklı pazarlama yöntemleri başlattı. Kimisi kendince bir şeyler buldu, kimisi günümüzün teknolojisini sıkı takip edip işe girişti.
Örneğin iki yıl önce çıkardığı ilk kitabı "Evrenden Torpilim Var"la adını duyuran Aykut Oğut, bu kez kapağına 10.4 x 17.3 santimetre boyutlarında bir ayna yerleştirilen bir kitap çıkardı. İsim koymadığı kitap için "Herkes kendi doğrusunu bulsun istedim. Sonra kitaplara isim verdiğimizi ve bunları bile okuyucuya dikte ettiğimizi düşündüm. Bu yüzden kitaba isim koymadım. Bu yeni kitap kendi doğrularınızı masaya yumruk gibi vurmanızın faydalarını anlatıyor" diyor. Yani bir nevi "Aynaya bak, kendini gör" diyor yazar. Ya da belki de "Öyle tek düze işler artık satmıyor, kapakta dikkati çektin çektin, çekemedin olmaz" demek istiyordur.
Aynı dönemde çıkan bir diğer ilginç kitap da "1 Kadın 2 Salak".
Alkışlarlayaşıyorum sitesinin kurucusu Mesut Bahtiyar ve ilk
yöneticisi Varmicaycen'in beraber yazdıkları bu kitap interaktivitenin basılı kitaplara nasıl yansıdığının son noktası sayılabilir.
Kitap, güzel ve akıllı bir kadının ve tehlikeli iki salağın başrollerinde olduğu romantik bir gerilim. Buraya kadar her şey normal. İlginç olan kısmı, sayfalarındaki mobil barkotlar. Okur, kahramanlarımız Fatih ve Livio’nun macerasına tat katan ayrıntılara müzik, fotoğraf, video ve konum bilgisi olarak da ulaşabiliyor. Kitabın sayfalarına yerleştirilen mobil barkotları, cep telefonlarınızın kamerasıyla okutarak, internet üzerinden sürpriz içeriklere ulaşabiliyorsunuz. Örneğin kahramanlarımız okuduğunuz sayfada bir kafede oturuyorsa, siz oradaki barkoda tıkladığınızda onların kafede dinlediği müziği duyabiliyorsunuz. Ya da aralarında konuştukları film ya da dizilerin kısa yollarını görüyorsunuz. Kitabı anlamak için bu barkodları kullanmanız şart değil. Uygulama sadece eğlenceyi artırmak, okuyucuyu kitabın içine biraz daha çekebilmek için...
Bunlar dışında son dönemde pazarlama tarzı en çok hoşuma giden kitaplardan biri de Domingo'dan çıkan "ON BİR". İnanın daha konusuna bakmadım. Çünkü kapağında ilgimi çeken ilk şey "Gölgede tüketiniz" ibaresi oldu. Kendimi bir anda yaz mevsiminin güzelliğinde hissettim. İşte bu da farklı bir sunum...

(Deniz İNCEOĞLU - Hürriyet Keyif - 21.5.2011)

9 Mayıs 2011 Pazartesi

Siz de bir diktatör olabilirsiniz

Tek kişinin devlet gücünü elinde bulundurduğu Osmanlı kültüründen geliyoruz hepimiz. Gücü elinde tutmak güzel de altındakilerin neler çektiği malum... Atatürk'ün Cumhuriyet'i kurması, pek çok
devrimleri beraberinde getirmesi tüm toplumu aydınlığa çıkarmıştı da tek gücün iktidarı sona ermişti neyse ki... Ama yine de çoğu kişinin, belki de Osmanlı'dan kalan iktidar sevdası bitmedi, tükenmedi. Sadece politik iktidarlardan bahsetmiyorum. İnsan kendi küçük çemberinde de büyük bir diktatör, imparator olabilir. Buna en güzek örneklerden biri Playboy'un kurucusu Hugh Hefner'dir mesela. Yarı çıplak tavşan kızlardan oluşan bir topluluğun büyük güçteki imparatorudur kendisi.
Peki, bu gücü elde etmek ne kadar kolay?
Hadi bir şekilde elde ettiniz diyelim, devamlılığını sağlamak için neler yapmak gerekiyor...
İşte bunların cevabı Resif Yayıncılık'ın yeni çıkardığı "Dünya Nasıl Yönetilir - Hevesli Diktatörün El Kitabı" adlı kitapta gizli. 1973 yılında darbe yapıp iktidarı ele geçirmeye çalışan Andre de
Guillaume tarafından yazılmış. Guillaume kendi deneyimlerinin yanı sıra tarihteki pek çok diktatöre de yer veriyor kitabında. Yani anlayacağınız yazılanların çoğu gerçek.

HANGİ MESLEKLER İLK ADIM OLABİLİR
Tahmin edeceğiniz gibi güce sahip olmanın iyi bir şey olduğunu savunarak başlıyor kitabına. Zenginlik, sağlık, pahalı eserler, özgürce seyahat ve muhteşem kadınlar, saydığı sonuçlardan bazıları. Ama tüm bunların yanı sıra iktidara giden yolun ne kadar tehlikeli olduğunu da farkında. Kısaca şöyle özetlemiş yazdıklarını "Başarılı olabilmek için kurnaz olduğunuz kadar azimli de olmanız gerek. Arkanızı kollarken başkasını sırtından bıçaklamayı öğrenecek ve zirvede kendinize yer edinebilmek için nasıl ittifaklar kurmanız gerektiğini öğreneceksiniz."
Kitabın ilk örnek diktatörü Büyük Frederick (1712-1786). Devamında Kraliçe Elizabeth (1533-1603), Lenin (1870-1924), George Washington (1732-1799) ve Fidel Castro (1927-...) gibi isimlerin özellikleri anlatılıyor. Ama bunların ara sayfalarında tam bir rehber kitap var.
Örneğin ilk sayfalarda üç senaryo oluşturulmuş. Otoritenizi sarsmaya çalışan yakın arkadaşınızla nasıl başa çıkabilirsiniz, küçük bir krallığın acemi lideriyken neler olduğu ve ürpertici ikilemlerde ne yapmanız gerektiğini seçeneklerle anlatıyor.
Dikkat çeken örneklerden biri de "Dünya hakimiyetine giden yolu muhtemelen kısaltan 10 meslek" başlığı. Neler mi var; pazarlamacı, siyasi parti sekreteri, film yönetmeni, bilgisayar programcısı, asker, şef aşçı, siyasi danışman, park görevlisi, muhasebeci ya da iç dekoratör.
Sonra da hem bu sektörlerde, hem de normal yaşamda insanları nasıl ekarte edip iktidarı elinize geçirebileceğinizden bahsediyor yazar.
Son sayfalara gelindiğindeyse 1972 yılında yaşadığı kendi
deneyimini anlatıyor. Bakın özetle neler diyor "Despotlar için müsait bir ortamdı. 'Anti-komünist' kelimesini telaffuz edebilen herkese para yağıyordu ve eğer üniformanız ve pilot gözlükleriniz varsa bir ülkeyi idare etme şansınız da var demekti. Cashman Adaları milislerinde düşük rütbeli bir subayken Sandhurst'deki Kraliyet Askeri Akademisi'nde kısa süre ders görmüştüm. Bu ada, sevecen vergi kanunlarıyla bilinir. Ama katma değer vergisi ve hizmet vergisinde eklemeler yapılacağını duyunca bir şeyler yapmaya karar verdim. Adanın dost canlısı iş adamlarıyla biraraya geldik. İçlerinden biri istihbarat servislerinin ajanlarından birisinin iletişim bilgilerini verdi. Ona bir şeyler yazıp gönderince bize Kategori B, ada devrimi başvuru formu gönderildi... Artık her şey hazırdı..."
Kitap, bir diktatörün emekliliğinde neler yapacağına kadar her şeyi anlatıyor. Eh, diktatörlüğün, tek kişilik yönetimlerin çoğalmaya başladığı günümüzde sizin de buna hevesiniz varsa kitaptan bir tane edinin derim.

Deniz İNCEOĞLU (Hürriyet Keyif - 23.4.2011)

24 Şubat 2011 Perşembe

Tek kişilik dev kadro

İtiraf ediyorum, henüz izleyemedim.
Ama duyduklarım ve kendisinin anlattıkları "Hemen izlemelisin" diye kulaklarımı çınlatıyor. Tabii ki öyle de yapacağım. Şimdi yazıyorum, çünkü istiyorum ki siz de en yakın gösterisini kaçırmayın, bir an önce bilet alın.
Bahsettiğim kişi Merve Engin (27). Sahneye koyduğu eser, Kıyıya Oturmanın Böylesi.
Evet, bu kadar bilgiyle normal bir tiyatrodan farkı yok. En büyük özelliği, Commedia Gabriellina stilinde olması.
O da nedir diyenler için; Commedia Dell'arte'nin varyasyonu olan ve 16. yüzyıl sonlarında Giovanni Gabriel tarafından icat edilen bir stil. Sahnede tek oyuncu, bir sürü mask ve aksesuvar var. Öyküdeyse tıpkı normal tiyatro eserlerinde olduğu gibi pek çok karakter oluyor. Karı, koca, çocuk, bahçevan, şoför...gibi. Ama bunların hepsini tek bir oyuncu canlandırıyor.
Bu stilin nasıl ortaya çıktığının varsayımı şöyle; 16. yüzyılda yaşayan oyuncu Giovanni Gabriel ve ekibi eser sahneleyeceklerdir. Gabriel dışında ekibin geri kalanı saatinde gelemez. Ancak o dönemde izleyiciler yeni yeni tiyatroya para vermeye başlamış ve eseri izlemek istemektedir. Gabriel de çözüm olarak elindeki kostüm ve
aksesuvarlarla tüm oyunu tek başına sahneler.
Bu durumu Merve Engin'in eserinin başında da görüyoruz. Engin sahnede bir bu yana bir o yana koşturup diğerlerinin geç kaldığını anlatıyor ve esere tek başına başlıyor. 50 dakika boyunca 12 farklı karakteri canlandırıyor.
"Kafanız karışmıyor mu" diye sorunca "Her anlamda cesaret işiydi bunu yapmak. Kumbaracı50 bana çok destek oldu. İlk oyuna hazırlanmak için bir buçuk ay çalıştım. İlk zamanlar gerginlik oldu. Şimdi daha iyi durumda. Ama yine de hata yapmamak için hâlâ her gün prova yapıyorum" diyor. Peki ya anlaşılmama ihtimali... "Evet, anlaşılmayacak diye çok korktum. Çünkü tek başına 12 karakter canlandırıyorum. Seyirci, öyküyü takip edemeyebilirdi. Ama böyle bir sorun hiç çıkmadı. Benim heyecanım da oturdu. Bir de oyun tek kişilik olduğundan interaktivitesi çok fazla. Sıradan bir eser olsaydı bu kadar yankı uyandırmazdı. Seyirciler mask değişimini, her maskın kendi karakterini görüyor."
Peki, Merve Engin buralara nasıl geldi...
Kendisi aslında Bursalı. Tiyatro sevgisi, ilkokulda verilen bir ödevle başlamış, bir tiyatrocuyla röportaj yapın denmiş. Bursa Devlet Tiyatrosu'nun kapısında beklerken karşısına ilk çıkan kişiyle görüşmüş; Celal Kadri Kınoğlu.
Ardından yine devlet tiyatrosunda kurs ilanlarını görünce kariyerinin ilk adımlarını attı. 2006'da Hacettepe Üniversitesi Devlet Konservatuvarı'ndan mezun oldu. 2004'te eğitim için gelen Antonio Fava ile tanıştı ve hayatı değişti. 2007'de Scuola İnternatzionale Comico Attore’yı bitirdi. Fava'yla oynadığı eserle dünyayı dolaştı. Türkiye'ye döndüğünde Mehmet Ergen'le yapımcılığa başladı. Ancak kendini yavaş yavaş iş kadını gibi hissetmeye başlayınca oyunculuğa geri döndü. Çevresindekilere oyun yapalım diye sordu ama kimseden epki alamadı. "Kendi işimi kendim yaparım" diyerek Commedia Gabriellina stiline başladı.
Eseri, 6 Mart'ta İkincikat'ta, 10 Mart'ta Kumbaracı50'de izleyebilirsiniz. İkincikat tel: 0212 292 32 47, Kumbaracı50 tel: 0212 243 50 51. Diğer bilgiler için: www.merveengin.com

(Deniz İNCEOĞLU - Hürriyet Keyif - 26.2.2011)

31 Ocak 2011 Pazartesi

Ötekileştirme ve terör korkusu üzerine

Öyle bir dünyada yaşıyoruz ki, herkes birbirini ötekileştirmeye, dışlamaya, kendine benzetmeye çalışıyor. Bunu sadece ülkeler ya da ırklar birbirlerine değil, en küçük birim olan aile içinde bile görebiliyoruz. İşte Duru Tiyatro'da Emre Kınay ve Ahu Türkpençe tarafından sahnelenen Sondan Sonra oyunu da tam bu noktaya değiniyor. Bir sığınakta mahsur
kalan ve birbirini çok az tanıyan kadın-erkek arasındaki ilişkiyle ötekileştirmeye yoğunlaşılıyor. İrlanda asıllı İngiliz yazar De
nnis Kelly'ninki her ne kadar iki kişilik bir eser olsa da, dünya sorunlarına gönderme yaparak kadın-erkek üzerinden tümevarım yapıyor da diyebiliriz. Korkunç bir nükleer saldırı sonucu her yer çökmüş, insanlar ölmüştür. Sağ kalabilenlerden Mark, baygın gördüğü Louise'i sığınağına taşır. Mark'tan korkan ama onunla birlikte bu sığınakta hayatta kalma mücadelesi veren Louise zor günler yaşar. Aralarında geçen diyaloglar özellikle ABD'deki 11 Eylül saldırısından sonra ortaya çıkan terörizm paranoyasını da bir kez daha gözler önüne seriyor. Ve tabii, Amerika'nın "Ben senin için daha iyisini yaparım" diyerek Irak'a girmesi, yani iyilik adına gücü kullanmayı da...
Emre Kınay ve Ahu Türkpençe, bu iki kişilik oyunda gösterdikleri performansta nabzı hiç düşürmüyor, böylelikle seyirciyi oyunun içine rahatlıkla çekiyor. Kimbilir belki de onlara "Bu baskıyı ben de yapıyor muyum acaba" sorusunu sordurtmayı başarıyor...
Eserde hem yönetmenlik, hem de oyunculuk yapan Emre Kınay'la görüştük.

Eserde sizi etkileyen ne oldu? Seçimi neye göre yaptınız?
- Her zaman istediğim gibi tekstlerle karşılaşamıyorum. Biraz politik söylemi de olan, insana, yaşama, korkulara dair oyunlar arıyordum. Yabancı yazarları tercih etmek zorunda kalıyorum çünkü yerli yazarlar cesur değil. Yoksa çok istiyorum onlarla çalışmak. Ama antidemokratik bir toplum olduğumuz için özgür bir oyun yazarı çıkmıyor maalesef bildiklerimizin dışında.
Halbuki tiyatrocular her zaman daha cesurdur.
- Evet ama tiyatroyla çalışmamayı tercih ediyorlar. "Ben yazarım, tiyatronuzda çalışmak istiyorum. Orada dramaturg olarak çalışayım" demeli bu kişiler. Birlikte önceden çalışıp tiyatronun ruhuna, karakterine göre oyun yazmalarını talep ediyorum. Zaten en iyi tiyatrolar, kendi yazarını üretenlerdir. Benim de derdim o. Kendi yazarımızı üretmek istiyoruz ama bu tür başvurular gelmiyor. Eser yazanlar işlerini bırakıyor ben de vakit buldukça görüş yazıyorum. Kiç, Türkçe'yi iyi kullanmayan eserlerle karşılaşıyorum. Cesaretleri olmadığı gibi kendilerine sansür uyguluyorlar, böyle bir sansür yokken.
Neden böyle peki?
- 1980'den sonra toplumun kültürsüzleşmesinin sonucunda, o kültürsüzleşen toplumdan çıkan yazar da ürkeklikle çıkıyor. O ürkeklikle çıktığı için kalemini de özgürce oynatamıyor. Bu sefer de benim söylemek istediğim söz, güdük kalıyor. Bu yüzden Türk oyun yazarıyla çalışamıyorum. Yabancı yazarlar
ınsa hiçbir şeyden korkusu yok. Sözünü sakınmadan yazıyor.
Oyunun yazarı Dennis Kelly bir İngiliz sanırım. Onlarda özellikle bu korkusuzluk çok dikkat çekiyor.
- Evet, İrlanda asıllı bir İngiliz. Çok özgürler gerçekten. En önemlisi sadece başka tarafı değil, kendini de içine alarak eleştiriyor. Bizdeki tekstlerdeki en büyük sorun, biz bir taraf oluyoruz ve karşıdakini eleştiriyoruz. Onlarsa karşı tarafa bakıp görüşlerini yazıyor, sonra da dönüp "Biz de böyleyiz" diyorlar. Tıpkı oyunda Mark'ın söylediği gibi. Mesela canlandırdığım Mark karakteri, yazarın kendi tarafıyla ilgili bir özeleştiri tezi. Ötekiyse hayat başka bir şeydir tarafında. Diğerine bunu çok acımasızca gösteriyor. Evet, terör bir gerçek bu oyunun özetinde. Baskınlar, bombalamalar, radyoaktif sızıntı tehlikeleri, nükleer atıklar, füzelerin hepsi bireyin üzerinde kendinin hayal edemeyeceği büyüklükte bir korku dağı yaratıyor. Yönetimler, yöneticiler bu korkuyu körükleyerek, evlerde kumandalarının üzerine hapis toplumlar yaratıyor. Sadece bizde değil, her yerde böyle. Çünkü çok işlerine geliyor. Bunu özgürce anlatmak lazım. Sokağa çıkın, orada yaşayın, ilişki kurun diyoruz. Sokaktan bakacak bir yazarlık kalemi lâzım Türkiye'nin dramasına.

TERÖRÜN BAŞ NEDENİ
ÖTEKİLEŞTİRMEDİR
Peki, bir yönetmen ve oyuncu olarak Dennis Kelly'nin eserine neler eklediniz ya da değiştirdiniz?
- Söylediği sözün üstüne bir şey söylemedik. Zaten söylediği söz, Anadolu'yu ve tüm dünyayı ilgilendiriyor. Ciddi körüklenen bir milliyetçilik var dünyada. Türkiye genelinde de bu durum söz konusu. Aynı şekilde ötekileştirme meselesi, dünyanın şu andaki temel sorunu. Özellikle de Amerika'nın en temeli. Bizde de öyle. Dolayısıyla eserin konusu kendiliğinden zaten buna dayanıyor. Karakter adının Mark olması hiç önemli değil. Çünkü ötekileştikçe başkalaşıp metamorfaza giriyorsun. Buna girdikçe yalnızlaşıyor, sonra hırçınlaşıyorsun. Mutsuzlaşıyor ve saldırganlaşıyorsun. Bence terörün temelinde yatan ana formül bu zaten. Oyunda bir de pompalanan terör korkusuna dikkat çekiliyor. Bunun insan üzerinde yarattığı paranoya, kadın-erkek ilişkisi bazında bile alsanız orada şiddetin ve bireyi değiştirmeye çalışmanın sonuçlarının bedelinin ağır olacağı hikayesi bu.
Oyuna kendi kararınızla, hiçbir baskı olmadan 16 yaş sınırı getirmişsiniz. Neden?
- İki açıdan buna karar verdim. Birincisi, o yaşlar biraz daha eğlenmek istediğimiz yaşlardır. Ve tiyatrodan korkmamamız gereken dönemdir. Sonrasında devlet meseleleriyle ilgili belirmeye başlıyor renklerimiz. Bu kadar şeyle o zaman değil, 16 yaş itibariyle ilgilenmek gerekir diye düşünüyorum. İkinci sebebi, oyunda az da olsa şiddet olması. Tabii ki televizyondaki kadar cinsel ve şiddet içeriği barındırmıyoruz ama yine de 16 yaş altının izlemesini istemedim. Televizyondaki yanlışı biz tekrarlamak istemedik.
Ahu Türkpençe'yle nasıl biraraya geldiniz? Profesyonel anlamda sahnede çok yer almayan biriyle iki kişilik bir oyun sergilemek cesaret işi miydi?
-
Ahu'nun gözünde acayip bir ateş var. Tiyatro yapacağım diye tutturdu diyebilirim. Birlikte eser araştırmasına başladık. Sondan Sonra'yı bulunca Ahu'ya önerdim. O da heyecanla kabul etti. Ama ne yalan söyleyeyim onu seçtim diye bir sürü kişi, bir televizyon starından nasıl olur, diye sordu. Nasıl güvendiğimi merak ettiler. Çok güvendim ben ona. Boşa da çıkarmadı. Her şeyden önce çok pozitif. Çalışkan, benden de çalışkan. Bir şeyi beş versiyonuyla düşünüp servis ediyor. Oyunculuk mayası çok ahlaklı.

DARBENİN GÖTÜRDÜĞÜ 10 YILI KAPATINCA
YAZARLIK YAPACAĞIM
Yazarlık denemeleri yapıyorum ama bir yandan da korkuyorum. Çünkü bildikçe korkaklık geliyor insanın üstüne, yazarlık da öyle bir şey. Çok fazla insan kitap yazıyor ama büyük cesaret bence. Kusursuzu aramak lazım. Yazdığınız düşüncede en açık bir gedik olmaması şart. Ben daha röportaj verirken söylediğim söz, eğer bu kadar yanlış anlaşılıyorsa, onu yazdığımda ne olur düşünemiyorum. Söylediklerimi daha fazla kelimeyle konuşup belki de net olarak tam anlaşılmasını istediğim şeyi anlatabileceğim gün, yazacağım çok hikaye var. Çok uzak değil o günler... 1980 sonrasındaki 10 yılım kayıp benim. Çünkü o zaman 10 yaşındaydım. Okumak istediğim kitapları bulamadığım, yabancı dil eğitimi görmek istesem ailevi ve sosyal şartlardan dolayı göremediğim, bir sürü eksikle 20 yaşına geldiğim ve o sırada da yüksek okula başladığım bir gençlik geçirdim. Aradaki son 20 yılımı, o 10 yılın bana kaybettirdiklerini tamamlamakla geçirdim. Bu askeri darbenin, bilgisel açıdan hayatımdan götürdüğü 10 yıl var.

******* ********

Ahu Türkpençe
İNKÂR ETSEK DE PSİKOLOJİK ŞİDDETİ
HEPİMİZ YAŞIYOR VE YAŞATIYORUZ

Bu, profesyonel anlamda sahnedeki ikinci deneyimim. İyi ki Varsın adlı oyunda rol almıştım üç yıl önce. Bu eserde ve eğitimim sırasındakiler Sondan Sonra oyunundakine pek benzemiyor. İyi ki Varsın'da intihar etmek üzere olan bir kadını canlandırıyordum. Ama oyunun devamında kendisiyle yüzleşen ve yaşama sevinci bulan biriydim. Komedisi yüksekti. Bu seferki ondan daha farklı, kara bir oyun. Emre Kınay'la iki yıl önce Karamel adlı dizide tanışmıştık. Kınay yeni oyunlar arıyordu, ben de oyun arayışındaydım ve tiyatrosunun her zaman bana açık olduğunu söyledi. Uzun bir arayıştan sonra Sondan Sonra için ikimiz de "Budur" dedik. Eserde beni cezbeden, birden fazla şey anlatması, her anının dolu geçmesi ve hayatın çok içinden olmasıydı. İnsanların psikolojisi üzerinden şiddeti anlatmaya çalışırken dünyaya da değiniyor. Ve asla didaktik değil. Bir hikaye gibi izlerken aslında çok önemli bir mesaj verdiğini fark ediyor insan. İzleyenler bir yere kadar "Çok normal, ben de böyle tepki verirdim" diyor ama sonra bir bakıyor ki işin aslı o değil. Bu sefer kendisiyle yüzleşmeye başlıyor "Ben de yaparım dediğim şey, normal değil aslında..." diye. Örneğin, oyundaki psikolojik şiddeti hepimiz yaşıyor ve yaşatıyoruz ama bunun farkında değiliz. İzlerken "ne kadar kötü" deyip gerçek hayatta aynısını yapıyoruz. Mesela bir anne çocuğuna "Ödevini bitirmezsen dışarı çıkamazsın" diyor. Bunun dozu arttıkça sınıra yaklaşıyoruz. Kimi zaman bu bir rutine, normale bile dönüşebiliyor. Bunların bilincinde olduğumuz için eseri okuduğumuzda çok etkilendik. Seyircinin de bunu hissedeceğini biliyorduk. Farkındalığın artmasını istedik. En güzeli de oyun, politik olarak bir taraf değil. Her ülkenin başına gelebilecek bir durumu anlatıyor. Ötekileştiriyoruz ya belli bir kısmı, herkes bir başkasını ötekileştirebilir. Oyunda bunun bireylerin nasıl yaptığını, aynı konuyu ülkelerin de birbirine uyguladığını görüyoruz. Güç kimin elindeyse o, karşı tarafa yaptırım uyguluyor. Ama dengeler değiştiğinde karşı taraf, yaşadığı acılara rağmen aynısını yapıyor. Ben burada tüm hikayeyi terimsel olarak anlatıyorum. Oyun ise konuyu en insani şekilde aktardığından izleyiciyi kalbinden yakalıyor.

(Deniz İNCEOĞLU - Hürriyet Keyif - 29.1.2011)

13 Ocak 2011 Perşembe

Cattoman Empire'a buyrun

Benim gibi kedi meraklısıysanız ve bir de üstüne üstlük resimle ilgileniyorsanız bu hafta sizi çok h
oşunuza gidecek bir siteyle, daha doğrusu bir ressamla tanıştıracağım; Efsun Güneş.
Kendisi 1978 İzmir doğumlu ve tabiri caizse eline kalemi aldığından beri resim yapıyor. Beş yaşında İzmir Resim ve Heykel Müzesi’nde ders almaya başladı, İzmir Anadolu Güzel Sanatlar Lisesi Resim Bölümü'nde okudu. Bir yandan da grafik çok ilgisini çekiyordu. Bunun için üniversite eğitiöinde grafik bölümünü tercih etti "Grafik tasarım, başka bir bakış açısı kazandırıyor. Fikirlerin görselleştiği, farklı sanatların bir kombinasyonu aslında."
Efsun Güneş, son 10 yıldır reklam sanat yönetmenliği yapıyor. Y
aptığı her işin içinde resimden bir parça olması, büyük markaların görsel dünyalarını tasarlarken de mutlu olmasını sağlıyor. Ama yağlı boya resim yapmanın keyfini hiçbir yerde bulamadığı için resim yapmaya da devam ediyor. Ve bunları www.efsungunes.com sitesinden yayınlıyor.
Ama bu sitede öyle alıştığınız resimlerden görmeniz mümkün değil. Sadece kedilerin dünyası var burada. Çünkü Güneş, bütün hayvanların tıpkı insanlarınki gibi kendine ait bir dünyası olduğunu düşünüyor. Özellikle de kedilerin...

HEPSİ SENİN Mİ
Efsun Güneş'in resimlerinde ana obje
nin kedi olmasının sebebi küçüklüğünden beri kedilerle yaşıyor ve sürekli onlarla ilgili hikayeler dinliyor olması... "Evimizde hep kedimiz olduğu için ve bütün ailem; annem, babam, babaannem, halam, amcam... kısacası herkesin kedisi olduğu için onların hikâyeleriyle büyüdüm. 13-14 yaşındayken bir de bakmışım ki kedileri çiziyorum. Metalci, sert
bakışlı kedilerdi. 2004'e kadar çizdiklerim kediye daha çok benziyordu. Şimdikiler kediden çok, kediler hakkında hissettiklerimi yansıtıyor. Ben büyüyüp geliştikçe onlar da şimdiki halini aldı. Cattoman Empire’ın çıkış noktası, kedilerin kendilerini hemen hemen bütün uygarlıklarda yüksek bir mertebeye yakıştırmasıdır. Çoğu dinde, inanışlarda kedi hep 'saygı duyulan' olmuştur. Kedi familyasının tüm üyeleri avlanan değil, avcıdır. Evimizde, sokağımızda beslediğimiz kedilerse hayatımızın hep içinde. Kedilerin bu paşa durumları beni çok
etkiliyor. Onları seven insanlar, bu sevgileriyle gurur duyarlar. Çünkü nankörlük diye adlandırılan şey aslında prensiplere bağlılıktır. Bunu çözen insanlar, karşılıksız sevmeyi biraz daha fazla bilen insanlarmış gibi geliyor bana. Kediniz sizin kedinizdir ama aynı zamanda da siz onun insanısınızdır."
Efsun Güneş'in resimlerindeki her kedinin bir hikayesi var. "Resimlerinizde insan hallerini kediler üzerinden mi anlatıyorsunuz, yoksa size göre kedilerin de gerçekten böyle hayatları mı var"
diyorum bakın ne cevap veriyor: "Bütün hayvanların kendi aralarında aynen bizimki gibi bir hayatı var. Bakmayı bilmek lazım. Sokağa çıkın ve tek tek bütün kedileri inceleyin. Hepsi farklı. Biri iş adamı gibi, kimden yemek isteyeceğini çok iyi çözmüş. Öbürü aç kalmış çünkü diğer
kedilerden bile çekiniyor... Görmüş geçirmiş kalın enseli bir erkek kedinin önünden dişi bir kedi geçerkenki bakışlarını yakalıyorum bazen. Bizim miyavlama olarak duyduğumuz şeyin aslında 'hepsi senin mi' olduğuna yüzde yüz eminim."
Efsun Güneş, kedilerin bu hikayelerini
çoğu zaman onları çizerken uzun uzun gözlerine baktığında keşfediyor. Ve çoğunlukla resim bittikten sonra karşısına geçip gülüyor. Neden mi, "Koskoca hükümdar kedi, karşımda hallerden hallere girmiş" diye düşünüyor.
Kendisinin de iki tane kedisi var. Biri Abidin Dino, Efsun Güneş ona Dino diyor, diğeri ise Steve. Steve hayatının erken dönemlerinde gözlerini kaybetmiş ama fazlasıyla oyuncu. Dino ise çok sakin bir kedi. Steve uyurken gidip onun gözlerini yalaması ise Efsun Güneş'i en çok etkileyen özellikleri.
Siz de bu muhteşem işlerden duvarınızda olsun istiyorsanız www.efsungunes.com’u mutlaka bir ziyaret edin.

(Deniz İNCEOĞLU - Hürriyet Keyif - 1.1.2011)