1 Mayıs 2009 Cuma

GELECEK ÜTOPYAMIZ KRİZDE

En başından beri kendisini “hayalperest bir çiftçi”, resimlerini de “toprakları” olarak tanımlayan sanatçı Ekrem Kahraman, öncelikle kendi coğrafyası Çukurova ve Anadolu'yu sonra da Ortadoğu ve tüm yeryüzünü resmediyor. Taşlar, bulutlar, toprak, sonsuzluk ve boşluk onun vazgeçilmez resim ögeleri. Ama bu sergide kendini yenilemiş, daha doğrusu içindekileri ortaya çıkarmış Ekrem Kahraman: "İki yıl önceki benle, şimdiki ben arasında çok büyük fark var. Artık ağaçlarımın gölgesinden çıktım" diyor. Bu çıkışını yaparken postmodernizm tıkanıyor, gelecek ütopyası kirizi yaşanıyor diyerek günümüz problemlerinden birine parmak basmayı da unutmuyor.

Postmodernizm tıkanıyor, gelecek ütopyası krizi yaşanıyor diyorsunuz. Bunu neye dayanarak söylüyorsunuz?
-Hem entelektüel, felsefi ve ideolojik yanı, hem de sanattaki yansımaları kafama takılıyor. 1950'lerde modern süreç tıkanınca geçilen döneme postmodern ismi verildi. Türkiye'deyse postmodernizm ancak 1990'larda tartışıldı. Dünyada modernizm tıkandı tespiti yapan postmodernistler, yeniden modernizm öncesine ve modern sürece bakılması gerektiğini iddia ettiler. Bunun başında Amerikalı Guggenheim Müzesi danışmanları geliyordu. Bu iddialar, postmodern sürecin sonucunda ortaya çıkan büyük sanatsal birikimin, eski sanatın yanında çok zayıf kaldığını ve insanoğlunun yabancısı bir şeye dönüştüğünü söylüyor. Tüm dünyada aynı iddialar hem sanat, hem ideoloji, hem de tarih düzleminde yapılıyordu. Hepsi bir bütün olarak algılandığından insanoğlunun bir ideolojik krize girdiği iddiası ortaya çıktı. Geçen aylarda Marksizmin yeniden hatırlanması, ekonomik krizin aslında bir sistem krizinin olduğunun söylenmesi, gelip geçici olmadığı tüm bunların sonucu. Bence postmodernizm de tıkandı. Çünkü postmodernizmin tıkandığı söylenmiyor yeni kavramlara başvuruluyor.
Ne gibi kavramlar?
-Siyasi planda yerel kavimlere, ırklara, dinlere, azınlıklara dayalı kavramlar. Bu da devletler bazında örgütlenme olarak yansıyor.
Peki bu, bir nevi geri dönüş değil mi?
-Tabi, zaten her tıkanma olduğunda başa dönüyoruz. Çünkü modernizm sahici bir kavramdı. Var olana tanım, kavram bulmaktı. Oysa postmodernizmde sürecin içindeyken tanımlar bulundu, biraz da ideolojik olarak tasarlandı. Bu tasarım hali, sahici olmadığı için bir yere kadar devam edebilirdi.

SAHİCİ OLMAYAN SANAT FAZLA YAŞAMAZ

Sizin savunduğunuz hangisi?
-Modernizm bana göre tıkanmadı. Modernizm en azından sanat bazında başlangıçtan itibaren iki eğilimi birden temsil ediyordu. Birisi sanatı akla, bilime indirgeyen bir eğilim, diğeri Van Gogh gibiler. Van Gogh buna inanmakla birlikte akademik bakış açısına, seçkinciliğe tepki gösterirdi. Döneminin birçok sanatçısı geçmişten kalmış büyük kentlere ilgi gösterirken, o ve onun gibiler daha doğal, samimi ve sıradana yöneldi. Bu, aynı zamanda tepki ve dışavurumculuktu.
O zaman halka yakını seçenler mi devam etme şansını yakaladı?
-Evet. Daha içsel, insani, hayatın içinden, muhalif olanlar. Modernizmin iki yanı var ideolojik olarak. Birisi burjuva liderleri, diğeri marksistler. Her şey bir şekilde bitmeye mahkum. Bundan beş yıl önceki sanat ortamı Türkiye'de yok. Dönemin belirleyici kavramları, bunların savunucuları, eleştirmenler artık yok. Küratörler var. Onlar da sonsuza kadar kalmayacak.
Bir açıklamanızda devlet ütopyaları yaratıyor diyorsunuz, sanatçılar ne yapıyor bu arada?
-Sanatın ve sanatçının karakterinde değişim yaşanıyor. İnekten sütü sağınca ya olduğu gibi kullanırsın ya da su katarak. Sanata para katıldığı zaman karakterinin değişebileceğini kabul etmek lazım. Tabi paranın arkasındaki niyet de önemli. Eğer saflığını, doğallığını, sahiciliğini kaybederse olmaz. Örneğin bir sanatçı asla lezbiyen ya da gay ilişkiler içinde değildir. Ama özellikle bu sanatçıların teşvik edildiklerini, gay olmayanların bile gaylikle ilgili sanat yaptığından bahsediyorum. Bu da sahici değil. Kendini yansıtmayınca değeri kayboluyor.
Sizin ütopyanız nedir?
Benim ütopyam, burjuva demokratik devriminin ideolojisi olarak modernliğin günümüzde yeniden insanlığın ihtiyacı olduğunu düşünüyorum. Özgürlük, eşitlik, kardeşlik bugün tüm sınıfların, tüm çalışan kesimin, düşünen beyinlerin en büyük ihtiyacı. Bu çok soyut gibi geliyor ama dönülebilir. Sanat, politika, bilim insani olana dönmeli.




ARTIK SUSMUYORUM

Resimlerinizdeki boşluk, toprağın gücü, bulutlar, ıssızlık bu sergide de görülüyor. Yenilikler neler?
-Resimler, eskilerin devamı. Tıpkı benim iki yıl önceki Ekrem Kahraman'la aramdaki ilişki gibi. Ama iki yıl önceki Ekrem Kahraman, bu kadar açık, net, itiraz eden ve korkusuz biri değildi. Bundan önce bana yanlış gelenleri, belki de benim anlamadığım bir şeyler vardır diye sessizlikle geçiştiriyordum. Artık "Biliyorum, bu böyle" diyerek rahatlıkla konuşuyorum.
Neydi sizi bu değişime iten?
-İki yılda daha çok okudum, baktım, kulak verdim, tereddütlerimden vazgeçtim. Gelecek ütopyası kurabilecek insani enerjide, niyette ve birikimde gördüm kendimi. Olanı dışarı çıkardım. Resimlerle de bu bağlantıyı kurdum. Bundan önceki resimlerde daha fazla şey anlatıyordum ama bu kez detayları azalttım. Mesela bu sergide hiç ağaç yok.
Ağaç size neyi temsil ediyordu da çıkardınız?
-Ağaçlar, benim gibi Çukurova'da yetişmişler için gölgeliktir. Şimdi gölgeden dışarı çıktım, ağaca ihtiyacım yok. Özellikle Umberto Eco'yla birlikte herhangi bir nesne ya da duruma bakıp çok yönlü okuma tabiri gelişti. Geçmişte ağaç sadece bir gölgeyken giderek resimdeki bir form haline dönüştü. Onun gölge olma özelliği asla kaybolmadı. Bu resimde ağacın yerini resimlerin isimleri aldı. Hem Batı sanatıyla ilişkili, hem bundan önceki resimlerle ilgili çağrışımlar kuran bu isimlerle bendeki değişim ve dönüşümün ifadesi ortaya çıktı.
Arabulucu mu oldu bu isimler?
-Öyle değil de üçleme oldu diyebiliriz. İlki fikir söyleyen, tartışan, anlamaya çalışan "ben". İkincisi resimler, üçüncüsü gelecek ütopyası ve etrafa taş atma. Bunu yaparken anlamı bozabilecek şeyleri azalttım. Mesela ağaç gibi taş ve otlar da çıktı. Bu isimlerden bir sergi daha oluşturabilirim, hatta figür yine resme dahil olabilir.


**Ekrem Kahraman'ın "Bulunduğumuz Yer: ........" adlı sergisi 14 Mayıs'a kadar Kare Sanat'ta görülebilir. Adres: Abdi İpekçi Cad. 22/9, Nişantaşı. Tel: 0212 240 44 48

(Deniz İnceoğlu - Hürriyet Keyif - 2.5.2009)

TİYATRO POZİTİF BİR BİLİM DALIDIR

Nesrin Kazankaya, İstanbul Tiyatro Pera'nın kurucusu. Her oyununda sosyal, politik mesajlar verdi, durum eleştirisi yaptı. Son olarak Bertolt Brecht'in metinlerinden uyarladığı Rahat Yaşamaya Övgü (Brecht Kabare), geçen ay üç büyük tiyatro yarışmasından toplam sekiz ödülle çıktı. Nesrin Kazankaya da her birinde en iyi yönetmen seçildi. Bu başarısını günün 24 saatini kullanarak çalışmaya bağlıyor.

Girit, Selanik ve Arnavut karışımı bir aileden geliyor. Üniversiteye kadar İzmir'de yaşadı. Her pazar ailesiyle devlet tiyatrosuna gitmek, ona çikolata yemek kadar mutluluk verirdi.
Lisede İzmir Halk Tiyatrosu'na katıldı. Necati Cumalı'nın Boş Beşik eserindeki rolüyle en iyi kadın oyuncu seçildi. Fen bölümünde okuyordu, dersleri çok iyi olduğundan ailesi tiyatro yapmasına karşı çıkmıyordu. Çünkü kimya mühendisi olup petrol alanında çalışacağından emindiler. Zaten kendisi de kimyager olacağını düşünüyordu. Ta ki önüne Ankara Devlet Konservatuvarı'nın sınav formu gelene dek.
Kendini tutamayıp formu gönderince çağrıldı. Babasından gizli annesine yalvarıp Ankara'ya gitti. Yatılı olarak, yani yüksek puanla okulu kazandı. Ama babası karşı çıktı. Hastalanıp sekiz kilo verince imdadına babasının psikiyatr arkadaşı yetişti ve babasını ikna etti.

ÇEYİZ PARASIYLA
REJİ EĞİTİMİ ALDI

Arkadaşlarıyla sabaha kadar çalışıp hem politik söylemi, hem de sanatsal içeriği olan dergiler çıkardı. Sadece oyuncu olmak istemiyordu, rejide de yer almalıydı. Türkiye'de hâlâ sadece bir özel üniversitede olan eğitim için Almanya Essen'e gitti. Maddi kaynak için ailesinden çeyiz parasını aldı. Öğrendiklerini hâlâ tiyatrosunda kullandığını söylüyor: "En geniş tiyatro perspektifi Almanca konuşan ülkelerde var. Kültüre bu kadar önem veren bir ülkenin tarihi içinde faşizmle, siyasal çalkantılarla büyük acılar çekmesi biraz paradoks gibi görünüyor. Ama Goethe'den günümüze edebiyat ve tiyatroyla açılım yapan bir ülke Almanya."
Ankara Devlet Tiyatrosu'na Ergin Orbey müdür olup çağırınca hemen Türkiye'ye döndü. Zaten kendi dilinde oyunlar sergilemek istiyordu. Kimileri onun için "Almanya'dan geldi düzeni bozuyor" dedi. Cevdet Arıcılar, Derya Baykal, Zuhal Olcay gibi arkadaşlarıyla oyunculuğun yanı sıra gençlik tiyatrosu açtı, kurslar verdi.
1990'da özel sebeplerden İstanbul'a yerleşti. "İstanbul'a beni sevdiren oyun" dediği, Gorki'nin Küçük Burjuvalar'ını sahneye koydu. Bu arada Mahir Günşiray, Ayşe Lebriz ve Öden Çiftçi ile alternatif bir tiyatro grubu kurdu. Kendi yazdığı Kaybolma'yı sahnelediler. Bu gruptan iki tiyatro doğdu: Mahir Günşiray'ın Tiyatro Oyunevi ve Tiyatro Pera.


DERDİMİ DOĞRUDAN ANLATMAK
İSTESEYDİM SİYASETÇİ OLURDUM


1999'da İstanbul Devlet Tiyatrosu müdürlüğünden Tiyatro Pera'yı kurmak için mi ayrıldınız?
- Hayır. İlk sezon Şafak Eruyar ve Yetkin Dikinciler'le iyi bir ekip olmuştuk. İkinci sezonda iktidar değişikliği oldu, yerimizden alındık. Bu da Tiyatro Pera'nın kurulmasına vesile oldu. Çünkü Pera Güzel Sanatlar Okulu'ndan öğretmenlik ve tiyatro bölümünün başkanlığı teklif edildi.
Tiyatronuz alışılmışın dışında. Seyirci koltuklarına geçmek için sahneden geçiliyor, kostümler kimi zaman sahneye alınıyor. Bunu özellikle mi yaptınız?
- İmkansızlıktan oldu ama bu hali özel bir hava katıyor. O yıllarda, binanın alt katında altılı ganyan oynanan bir kahvehane vardı. Pera Güzel Sanatlar Okulu sorumlusu Sabahattin Özbakır, burayı bünyesine dahil edip galeri açtı. Ben de "Bir tiyatro salonumuz olsun" dedim. Galerinin arka bölümündeki küçük alanın tavanını düzelttik, spotlar yerleştirdik, Londra ya da Berlin'deki gibi perdesiz, sahne üzerinden izleyici koltuğuna ulaşılan bir tiyatro kurduk. Zaten İtalyan sahneyi de çok sevmem. Hacim tiyatrosu seyirciyle iç içe olunduğundan daha iyidir. Yani "Elimi uzatsam dokunabileceğim ama dokunmayıp izlemeyi tercih ettiğim" bir sanat tarzı yapılıyor Tiyatro Pera'da.
Belli bir siyasi görüşü var mı Tiyatro Pera'nın?
- Günlük politik olayları çok ortaya çıkarmıyoruz, tiyatroda doğru olan gönderme yapmaktır. Her oyunda insana dair bir derdin peşine düşüyorum. Cumhuriyet'in henüz 86. yılı olmasına rağmen, üç darbe yaşadık. Acı çekmiş edebiyatçı, aydın ve siyasetçilerin çocuklarıyız. Bunları işimizde unutamayız. Ama bazı şeyleri doğrudan söylemek isteseydim siyasetçi olurdum. GÖrüşüm nettir, demokratik ortamın darbelerle yıkıldığı, demokratik seçimlerin faşist adımlara dönüştürüldüğü bir ülkenin aydınlanma süreci yaşamasından başka bir düşüncem ve inancım yok. Bu aydınlanma olmadan da, salâh yüzü görmeyeceğiz.


GÜNEŞİN KIZI GİBİYİM
Yıllardır tiyatrosuz tek bir günü geçmeyen Nesrin Kazankaya, tatillerini de tiyatro vesilesiyle yapıyor. Örneğin Dobrinja'da Düğün adlı oyunun araştırmaları için bir hafta kaldığı Saraybosna ziyaretini tatilden sayıyor. Gelecek haftalarda gideceği Berlin Tiyatro Festivali de bunlardan biri. Enerjisini sabahın ilk ışıklarında uyanmasına bağlıyor: "Güneşin kızıyım ben. Erkenden uyanır, günün her saatini değerlendiririm. Pek çok oyunumu günün ilk saatlerinde yazdım." Çalışmazsa çabuk yaşlanacağını düşünüyor. Haftada iki gün öğretmenlik yapıyor. Bulduğu boş vakitlerde yüzüyor ve mutlaka sinemaya gidiyor. Onun için tiyatronun önüne geçebilecek tek şeyse, eski eşi Yücel Erten'den olan, Berkley Akademisi'nde müzik okuyan oğlu Emil. Anneliğin sadece sevgiyle olmayacağını, Türkiye'de insan yetiştirmenin sorumluluğunun zor olduğunu savunuyor.


Rahat Yaşamaya Övgü (Brecht Kabare)
Bana bir şey olmaz diyenler
bu oyunu seyretsin


İki yıl önce Bertolt Brecht'in şarkılarından, metinlerinden ve oyunlarından hazırlayacağım küçük bir derlemeyle Tiyatro Pera'nın repartuvarına renk katmayı düşünmüştüm. Ama araştırmalara başlayınca iş aldı başını yürüdü. Sonucunda Brecht'in "Schweyk İkinci Dünya Savaşı'nda", "Arturo Ui'nin Önlenebilir Tırmanışı" ve "Üç Kuruşluk Opera"sı biraraya geldi. Ortaya yedi kişilik oyuncu kadrosu ve beş kişilik orkestradan oluşan müzikal çıktı.
Amacım savaş, faşizm, küçük burjuva aymazlığını arka arkaya sıralamaktı. Schweyk, savaş döneminde zeki ama saf bir köpek satıcısının nasıl yok olup gittiğini anlatır. Arturo Ui, Chicago'daki küçük ama yok olup gitmeye mahkum bir gangsterin nasıl siyasetçilerin ve burjuvanın desteğiyle Hitler gibi yükseldiğini gösteriyor. Üçüncü oyun da küçük burjuva aymazlığının en keyifli oyunlarından biri. "Bana bir şey olmaz" diyenlerin kendi sonlarını nasıl hazırladıklarını görüyoruz. Türkiye'de de var olan bu olayları farklı ülkelerden örneklerle göstermek istedik.


AYNI AY SEKİZ ÖDÜL

Sadri Alışık Tiyatro Ödülleri Yılın En Başarılı Yapımının Yönetmeni / Nesrin Kazankaya, Müzikal Dalda En İyi Erkek Oyuncu / Levent Öktem, Müzikal Dalda En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu / Erdinç Anaz, Müzikal Dalda En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu / Başak Meşe
Lions Tiyatro Ödülleri En İyi Yönetmen / Nesrin Kazankaya
Afife Jale Tiyatro Ödülleri En İyi Yönetmen / Nesrin Kazankaya, Müzikal Dalda En İyi Erkek Oyuncu / Levent Öktem, En İyi Işık Tasarımcısı / Yüksel Aymaz
(Deniz İnceoğlu - Hürriyet Cumartesi - 2.5.2009)