23 Şubat 2010 Salı

Don Kişot'un hayal dünyasına girin

Geçen hafta Kadıköy Süreyya Operası'nda Don Kişot'un hayal dünyasındaydım. Nasıl mı? Muhteşem bir bale galasıyla. İstanbul Devlet Opera ve Balesi'nin (İDOB) başarılı dansçılarının sahnelediği eser Don Kişot, Miguel de Cervantes’in aynı ismi taşıyan romanından Ludwig Minkus’un bestesiyle bale sahnesine taşınıyor. İlke Kodal ve Arkın Zirek'in başrolleri paylaştığı galada karşılaştığım muhteşemlik eminim sizi de etkileyecek.
Hikayeyi herkes biliyor, uzun uzun anlatmaya gerek yok. Adı üstünde Don Kişot bu!
Sürekli şövalye serüvenleri okumaktan aklı karışmış yaşlı, aristokrat ve aklına koyduğunu yapan bir kahraman. Ve karışmış aklının ona gösterdiği pek çok hayal... İDOB'un başkoreografı Mehmet Balkan'ın yönetiminde sahnelenen Don Kişot balesinde de aynı kahraman, aynı hikaye, aynı hayaller var...
Süreyya Operası'nın kıpkırmızı perdesi açıldığında muhteşem bir çizimle karşılaştık. Ana perdenin arkasından çıkan Don Kişot, Sanço Panza ve meşhur yeldeğirmeninin olduğu bu çizimi dekoratör Tayfun Çebi tasarlamış. Onu izlerken bize Minkus'un besteleri eşlik ediyor.
Birkaç dakika sonra da heyecanla beklediğimiz cesur yürekli kahraman Don Kişot çıkveriyor. Kendini nasıl şövalye ilan ettiğini izledikten sonra uşağı Sanço'yla yaşadığı maceralar başlıyor. Bu maceranın kahramanları tabii ki Don Kişot'un aşık olduğu Dulcinea (Deniz Zirek), güzeller güzeli Kitri (İlke Kodal) ve yakışıklı genç Basil'di (Arkın Zirek).

HAREKETLİ SAHNE ŞART
Dediğim gibi macerayı anlatmaya gerek yok. Zaten hepimiz biliyoruz. Burada öncelikle dekoru, ardından başarılı koreografiyi ve tabii ki dansçıları anlatmak şart.
Tayfun Çebi'nin hazırladığı dekor için bir bale dekoru demek hafif kalır. Adeta opera izliyormuş gibi hissediyor insan. Özellikle balerin İlke Kodal'ın sahneyle ilgili şu şekilde yakındığını duyunca; "Keşke sahne daha büyük olsaydı. Çünkü istediğimiz kadar yayılamadık. Ama mecburduk. Çünkü klasik baleyi bıraktığınızda, o da sizi bırakıyor" dekoratörün o görkemli dekoru ne tür zorluklarla yarattığını hayal edebiliyorsunuz. Gözler bir de dekor değişen bölümlerde ister istemez AKM'nin hareketli ve hacimli sahnesini arıyor tabii...
Avrupa’nın en iyi 10 koreografı listesine üç kez giren Mehmet Balkan, Don Kişot'taki farklılığını da göstermiş. Pek çok koreografide arka planda, bir figüran gibi kalan Don Kişot, onun sayesinde daha ön planda kalıyor. Ve bakın Mehmet Balkan, Don Kişot'un İstanbul'da başına gelenleri nasıl anlatıyor: "Bir uyuz beygir, sersem bir at uşağı ve şizofreni maskesi ardına gizlenmiş ihtiyar bir beyefendi. Sahnede matador pelerinleri, tütüler ve pointlerle yeniden hayat buluyor. Nureyev, Baryshnikov gibi önemli koreografların Don Kişotlar'ında dans ettiğim dönemde hep, bu ihtiyar şövalyeye haksızlık edildiğini düşünürdüm. Bugüne kadar onlarca koreografa yan karakter olmuş La Manchalı yiğite başrol vermekteki amacım, ona itibarını iade etmekti."

DON KİŞOT'TA ÜÇÜNCÜ KEZ BAŞROLDE PARTNERLER
Arkın Zirek ve İlke Kodal. İkisi de İstanbul Devlet Opera ve Balesi'nin en önemli dansçılarından. Sahneye çıktıkları her an izleyiciyi büyülemeyi başarıyorlar. Don Kişot'ta Kitri ve Basil'i canlandıran ikili hem hareketli, hem de romantik düetleriyle izleyicinin, elleri kızarıncaya kadar alkışlamasını sağladılar. Çoğu kişi kendini tutamayıp dans bitmeden bile alkışladı. Aslında canlandırdıkları her karakteri çok iyi sahneliyorlar ama Don Kişot'un yeri onlar için çok ayrı. Aynı dönemde okudukları konservatuvarın bitirmesinde Don Kişot2un bir bölümünde birlikte dans ettiler. Ardından 2001 yılında Don Kişot'un reprodüksiyonu sahnelendiğinde bu kez sahnede yine aynı karakterler için biraraya geldiler. Dokuz yıl sonra aynı eser için yeniden biraraya gelmelerini bakın nasıl anlatıyorlar...
Arkın Zirek
HALKI TEMSİL EDİYORUM
Her balet, kariyerinde bir kez de olsa Don Kişot'taki Basil olmak ister. Çünkü Don Kişot balesi, Kuğu Gölü ve Uyuyan Güzel furyasından sonra klasik bale repartuvarının mihenk taşlarından sayılıyor. Balede herkesin fiziğine ya da karakterine göre prens, halk çocuğu ya da fakir köle gibi karakter yakıştırmaları yapılır. Ben halkı temsil eden taraftanım. Seyirciyle iletişim kurmayı daha çok seviyorum. Asil kan taşıyan, prens gibi bir rolü üstlenmektense halktan biri olarak dans etmeyi tercih ederim. Çünkü temsilde seyirciyi sahneye almayı seviyorum. 2001'de Basil olarak dans ettiğimde üzerimde tatlı bir sersemlik vardı. Çok genç, bitirim ve ateş doluydum. Şimdi hayatın çemberinden geçmiş, her şeyden haberdar bir şekilde ama yine aynı heyecan, ateşle doluyum. Sadece daha oturmuş bir karakter çıkıyor ortaya. Bir de eskiden kendimi daha fazla öne çıkarırdım. Artık sadece Basil'im.

İlke Kodal
"BİZ OLDUK" DEMİYORUZ
Konservatuvardayken dans etmek istediğim öncelikli eserlerden biriydi. Her şeyi barındıran bir hikayesi var. 2001'de yine Arkın Zirek'le dans ederken çok genç ve tecrübesizdim. Yeniden beraber dans edeceğimizi öğrenince çok sevindik. Çok uzun zamandır beraber dans etmiş olmanın verdiği güven, iyi bir enerji veriyor. GÖzümüzün ucuyla birbirimize baktığımızda ne yapacağımızı anlayabilen dansçılar olduk. Son gösterilerde bunun keyfini daha çok çıkartıyoruz. Bir bütün olduk artık. Bu bütünlük sadece sahnede değil, sosyal hayatımızda da görüşüp birbirimizi yakından tanımamıza da dayanıyor. Ama bu tanışıklığa bilinçli yaklaşıyor ve her şeye yeniden başlıyormuş gibi davranıyoruz. Hiçbir zaman "Biz olduk" demiyoruz.

-----**-----
Müzik düzenlemesi Andrea Barlog Dekor Tayfun Çebi Kostüm Serdar Başbuğ Don Quixote Cenk Karayel/Serkan Çelik/Benan Göktan Dulcinea Deniz Zirek/Ebru Mıhçıoğlu Kitri İlke Kodal/Tülay Yalçınkaya/Deniz Zirek/Zuhal Balkan Basil Arkın Zirek/Selim Borak/Berk Sarıbay/Erhan Güzel/Melih Mertel Espada Onur Tunay/Mehmet Nuri Arkan.
**Eseri 24-27 Şubat ve 2-6-10-13-16 Mart'ta Kadıköy Süreyya Operası Sahnesi’nde izleyebilirsiniz. Tel: 0216 356 15 31.


(Deniz İNCEOĞLU - Hürriyet Keyif - 21.02.2010)

17 Şubat 2010 Çarşamba

'40'ı keşfedin

Yıllardır Los Angeles'ta yaşayan, Requiem for a dream gibi filmlerde çalışan Emre Şahin, yazıp yönettiği ilk uzun metraj filmi 40 ile "!f İstanbul AFM Uluslararası Bağımsız Filmler Festivali"nin Keşif Bölümü'nde yarışacak. Filmde Kanlı Elmas filminden Ntare Mwine, Yaprak Dökümü dizisinden Deniz Çakır ve Krek Tiyatro oyuncularından Ali Atay başrollerde. Türk-Amerikan ortak yapımı film, Altın Portakal Film Festivali’nde Behlül Dal (Genç Yetenek) Jüri Özel Ödülü’ne de lâyık görülmüştü. Şimdi bu filmi 19-21 Şubat'ta festivali kapsamında izleyebilirsiniz.
Belki de amcasının tiyatrocu, babasının televizyoncu olması etkili oldu Emre Şahin'in 16 yaşında sinemacı olmaya karar vermesinde. Lisenin son iki senesini annesinin yanına gidip, Washington'da bitirdi. Bu dönemde arkadaşlarıyla sözde kısa filmler, çok ciddi olmayan şeyler çekti. Senaryo yazımı, tek başına yapılabileceğinden çoktan bir şeyler karalamaya başlamıştı bile. Ama onun dönüm noktası, sinemayı gerçekten istediğini anladığı zaman, Pulp Fiction'ı seyrettiğine oldu: "1994'te Tarantino'nun Pulp Fiction filmi çıktığında çok etkilendim. Sanırım sinemada 15 kez seyretmiştim. Oyunculuk, senaryo, yönetmeni... film her açıdan çok etkileyiciydi. Şimdi alıştık ama o yıllar için örneği olmayan, süper bir filmdi. Yarı komedi, yarı değil, birden başkahraman ölüyor, zamanı karmakarışık...Tam bana göre. Bu film sayesinde nasıl senaryolar yazmak istediğimi kavradım" diyor Şahin.
Bundan sonra da karışık konuları olan ve özellikle de İstanbul'da geçen kısa film senaryoları yazdı. İstanbul'u seçmesinin sebebi çok zengin bir şehir olması, gri havası, bilinmeyen sokakları ve tabii ki biraz da özlem. Hakkında pek çok film çekilmiş olmasına rağmen İstanbul'un hâlâ yeterince işlenmemiş olduğunu da düşünüyor.

200 BELGESEL ÇEKTİ

Şahin, üniversitede sinema eğitimi aldı. Son senesinde staj için Los Angeles'a gitti. O günden beri de orada çalışıp yaşıyor. Burada Panavision'daki stajı sırasında tüm angarya işleri yaptı ama bu hem o camiada tutunmasını sağladı, hem de işi öğrenmesini. "Requiem for a dream"in setine gittiğindeyse bu işi neden çok sevdiğini bir kez daha heyecanlanarak hissetti.
Bir gün karısı Sarah bir belgesel projesine katıldı. Dokuz ayda dünyayı dolaşaklardı. Şans eseri bir kameraman arıyorlardı ve tabii ki Emre Şahin hemen talip oldu. Sarah'yla sekiz sene boyunca neredeyse dünyanın her yerine gidip 200'e yakın belgesel çekti. Son çektiklerinden "Day after disaster"ı Türkiye'de History Channel'da izleyebilirsiniz. Washington'da bir nükleer bomba patlasa Amerikan hükümetinin ne yapacağını anlatan bir konusu var.
Ama Emre Şahin'in aklı hep sinemadaydı. Hep doğru zamanın gelmesini bekledi: "Sarah'yla Karga7 adlı bir yapım şirketi kurduk Los Angeles'ta. Orası kendi kendini yürütmeye başlamıştı. Kendimizi tekrar etmek istemiyorduk. Kafamdaki senaryoyu bitirmeye başladım. 2004'te İstanbul'da 'Çanta' adlı bir kısa film çekmiştim. Pek çok festivalde ödül kazandı. Oradaki temalar, 40'ın başlangıcı oldu."

TEHLİKELİ YERLERDE ÇEKİM YAPTIK

Sulukule, Tarlabaşı, Aksaray gibi ilçelerde yapılan çekimler bir buçuk yıl sürdü. Emre Şahin'in Amerika'daki şirketinden ekip geldi ve unutamayacakları maceralar yaşadılar: "Çekim yaptığımız yerler çok tekin değildi. Korunmak için bazı insanlara para vermeniz gerekti. İstanbul'un farklı bir yönünü öğrendik bu sayede. Önce çekeceğimiz mekanı belirledik sonra mahallelerdeki kahvelerde bazı kişilerle görüşüp koruma istedik. Bazı sokaklardan geçemiyorduk bile gruplardan dolayı. 'Bu kadar yolu bunun için mi geldin' diyenler oldu. Evet bir çılgınlık, delilik yaptık. Yapımcılar burayı tanımadığımız için kör cesaretiyle daha rahat olduğumuzu düşünüyor."

SEZEN AKSU FİLM İÇİN ŞARKI YAZDI
Film henüz gösterilmeden internette yayılan fragmanı çok konuşuldu. O kadar yayıldı ki Sezen Aksu tamamen kendi isteğiyle şarkı yazmak istedi. Ceza da filme üç şarkı yazdı. Ama bu şarkıları festival versiyonunda duyamayacağız. Vizyona girdiğinde olacak.

ÜÇ KARAKTER VE İSTANBUL BAŞROLDE
Filmde iki erkek bir kadın olmak üzere dünyaya bakışaçısı farklı karakterler var. Başta üçü de birbirini tanımıyor. Bir tanesi saf, iyi niyetli, her şeyin olabileceğine inanan Ntare Guma Mbaho Mwine'nin canlandırdığı bir Afrikalı. Nijerya'da çocukken zengin bir kıza aşık oluyor. Büyüdüklerinde kız Paris'e gidiyor. Çocuğun aklıysa hep onda. Biriktirdiği parayla kaçak gemiye binip Paris diye İstanbul'a geliyor. Amacı yine para biriktirip Paris'e gidebilmek. İkinci karakter, Deniz Çakır'ın canlandırdığı Sevda hemşire. Hayatına bir anlam verebilmek için yenilikler deniyor. Son denemesi de numeroloji. Üçüncü karakter de Ali Atay'ın canlandırdığı Metin. Çocukken babasını öldürüp İstanbul'a kaçmak zorunda kalan biri. Tarlabaşı'nda taksici ama aslında uyuşturucu kuryeliği yapıyor. Hayatında hiç bir şeyin iyi gitmeyeceğine inanıyor.
Üçünün arasında dönüp duran parayla hayatlarının nasıl değiştiğini görüyoruz. Tüm hikayelerin altında ise ciddi bir karamizah olduğu görülüyor.

BAZI SAHNELERİ GEZERKEN ÇEKTİK

Filmin bir diğer başrolü de İstanbul'a ait. Yönetmen Emre Şahin şöyle anlatıyor: "İstanbul filme çok şey katıyor. Bu yüzden bazı sahneleri belgesel gibi çektik. Tarlabaşında, Sulukule'de öylesine yürürken başımıza gelen şeyleri kameraya aldık. Yani filmin bazı bölümleri doğaçlama ya da başka bir deyişle gerçekten hayatın içinden oldu.
Sokaklarında dolaşmaya cesaret edilemeyen, çoğu zaman polisin "Biz sizi koruyamayabiliriz" dediği yerlerde çekimler yaptık. Filmi izleyenler arasında İstanbul'da böyle yerler olduğunu bilmeyenler vardı.

-----***-----
40, numaralojide kader anlamına geliyor. Sevda karakterinin hayatını numaralara göre organize etmesi 40 ismini seçmemizin sebeplerinden biriydi.
-----***-----

40'IN NE FARKI VAR
*Kültür Bakanlığı'ndan, sponsorlardan para almadan bağımsız çekildi.
*Posterleri Hollywood’da yaşayan ünlü tasarımcı Emrah Yücel yaptı.
*Emrah Yücel ayrıca bu filmle ilk yapımcılık deneyimini yaşadı.
*Filmde Heroes ve Kanlı Elmas'tan tanıdığımız Ntare Guma Mbaho Mwine de oynuyor. Film için Türkçe de konuştu.
*Filmin görüntü yönetmeni Emmy adaylı Clint Lealos.


(Yazı: Deniz İNCEOĞLU Fotoğraf: Levent ARSLAN - Hürriyet Keyif - 13.02.2010)

11 Şubat 2010 Perşembe

7 yaşında ama resimleri 900 Pound

Boşuna gözlerinizi ovuşturmayın. Evet başlığı doğru okudunuz!
Fotoğrafta gördüğünüz bu afacan bakışlı, minik ressam Kieron Williamson henüz 7 yaşında ve resimleri 900 Pound civarında satılıyor. İnanmakta zorluk çekeceğiniz bir bilgi daha; yapacağı yeni işleri almak için sırada bekleyen tam 680 kişi var. Resim bulamayanlar arasında okul kitaplarını satın almayı bile teklif edenler var.
Neden mi?
Çünkü son açtığı sergideki 16 işi tam 14 dakikada satıldı. Yani bu ufaklığın banka hesabında şu anda tam 18 bin 200 Pound yatıyor.
Peki ama bu nasıl oldu?

GÖREMEDİĞİM YERLERİ DÜŞÜNÜYORUM

Kieron Williamson, İngiltere Norfolk’ta annesi, babası ve kardeşiyle yaşıyor. Annesi “İki yıl öncesine kadar hiçbir şey çizmezdi. Hatta biz, onun için dinozorlar çizerdik, o sadece boyardı. Dönüm noktası ailece ilk kez Devon ve Cornwall’a tatile gitmemiz oldu. Oradaki tekneleri ve manzarayı çok sevdi. Ardından da bizden kağıt istedi ve çizmeye başladı. Bir daha da durmadı” diyor.
Ailesi önceleri bu durumu herhangi bir çocuğunki gibi sandı. Ama bir süre sonra Kiero onlara cevabını veremeyecekleri teknik sorular sormaya başlayınca yerel sanatçılardan Carol Ann Pennington’dan yardım istediler. Kieron normal bir resim öğrencisi değildi. Çok fazla soru sormuyor, sadece izliyordu. Diğer öğrenciler gibi gördüğünü kopyalamıyor, mutlaka kendi yorumunu katıyordu. “Resim yapmayı seviyorum çünkü çok eğleniyorum. Göremediğim yerleri düşünmemi sağlıyor” diyor.

Kieron haftada altı resim yapıyor. Uzmanlar resimleri hakkında “Gölgelendirme ve perspektif için sofistike bir vizyona sahip. Eserleri olgun bir sanatçının elinden çıkmış gibi ve her galeride yeri hazır görünüyor” diyor. Onun hayran olduğu sanatçı ise zamanında Norfolk doğa manzaraları yapmış, 1974’te hayatını kaybeden Edward Seago. Son ana kraliçe de onun büyük hayranıydı ve pek çok resmini satın almıştı. Kieron da resimlerini çoktan kraliçeye göndermiş bile. Bir sonraki hedefi bir tane de Prens Charles’a göndermek.
Eh ne diyelim. Artık siz de çocuklarınızın yaptığı resimleri buzdolabının üzerine asıp bırakmak yerine daha fazla dikkate alırsınız herhalde.
(Deniz İnceoğlu - Hürriyet Keyif - 13.02.2010)

4 Şubat 2010 Perşembe

Haneler dizisi yaratıcılarından yeni oyun: Denizaltında Altı Tahammülfersa

Son dönemin popüler dizisi Haneler'in yaratıcıları olan İstanbul Kraliyet Tiyatrosu ekibinin yeni oyunu hazır. 25 Ocak'ta Ses Tiyatrosu'nda gala yapacaklar. 2005'ten beri Hastasıyız adlı oyunlarını kapalı gişe sahneleyen Ahmet Saraçoğlu, Alper Düzen, Fırat Doğruloğlu, Serhan Ernak, Barış Başar, Murat Akkoyunlu ve yazarlar Saygın Delibaş-Fethi Kantarcı, bu kez daha politik bir oyunla karşımızda: Denizaltında Altı Tahammülfersa". Oyun, IX. Lions Tiyatro Ödülleri’inde “Komedi Toplu Canlandırma” (Comedy Ensemble) ödülü de aldı.
Her biri eski arkadaş olan Ahmet Saraçoğlu, Alper Düzen, Fırat Doğruloğlu, Serhan Ernak, Barış Başar, Murat Akkoyunlu, Saygın Delibaş ve Fethi Kantarcı 2005'te kurdu İstanbul Kraliyet Tiyatrosu'nu. İsimlerini kendi aralarında yaptıkları esprilerle koydular. Sonra da ilk oyunları Hastasıyız'ı sahnelemeye başladılar.

UZUN SÜREDİR ARKADAŞ OLUNCA
SAHNEDE FARKLI BİR DİL YAKALADIK

Oyunu her zaman olduğu gibi Saygın Delibaş ve Fethi Kantarcı yazıp yönetti. Amaçları her yerde, her sahnede oynanabilecek bir oyun hazırlamaktı. Dekoru çok iddialı değildi; sadece sandalyeler... Birkaç kişi biraraya geldiği sürece her yerde sahnelenebiliyor. Bir terapi seansında geçtiği için fazla güncel espriler olmayan oyunu gündemin değişmesi çok etkilemiyor. Belki de bu yüzden beş sezondur durmaksızın sahneleniyor. "Sadece Michael Jackson'ın ölmesi bizi vurdu. Çünkü onunla ilgili bir espri vardı. Artık rahmetli Michael Jackson diyoruz" diyerek gülüyor Saygın Delibaş ve ekliyor "Seyircisi olduğu sürece Hastasıyız'ı kupon oyun gibi her yerde oynayabiliriz. Bu oyunla son üç ayda yaklaşık 35 ile gittik. Beş senedir oynadığımızı düşünürseniz neredeyse gitmediğimiz yer kalmadı. Denizaltında Altı Tahammülfersa için devlet büyüklerimiz değişik laflar ettikçe güncellemeler yapıyoruz. Ama Hastasıyız'da böyle bir şey yok." Hastasıyız'ı beş kere seyredenler bile var. Hatta Adana'ya ikinci kez gittiklerinde seyirciler oyunculardan önce replikleri söylüyormuş. Bir süre sonra oyunun kalitesini fark eden Kanal D Home Video oyunun DVD'sini çıkardı. Ekip bu durumun seyirciyi azaltacağını düşündü ama olaylar tam tersine gelişti. DVD'yi izleyenler arayıp "Ne zaman bizim şehire geleceksiniz" diye sormaya başladılar. Bunun başarıyı uzun süredir arkadaş olmaları ve kendi içlerinde farklı bir espri, dil ve anlayışı sahneye taşımalarına bağlıyorlar. "Yeni oyunda da aynı dili biraz daha genişlettik, perçinledik" diyorlar.

HANELER TİYATROMUZUN TANITIMI İÇİNDİ

Hastasıyız'ın DVD'sinden sonra İstanbul Kraliyet Tiyatrosu'na D Productions'dan teklif geldi. Kanal D'ye Hastasıyız'daki gibi komik bir şeyler yapmalarını istediler. Saygın Delibaş ve Fethi Kantarcı da Haneler dizisini yarattı: "Ferhan Şensoy'un 76'da yazdığı oyuna gönderme yapıyoruz. İsim hakkı alındı. Tabii ki birebir aynı oyun değil ama aynı özellikleri taşıyor. Her bir skeç, belli bir hanede geçiyor. Bunu tiyatro sahnesine taşımamız için izleyiciden istek geliyor ama aklımızdaki plan bu değil. Haneler'in İstanbul Kraliyet Tiyatrosu'na, oyunlarımıza etkisi, izlenebilirliğimiz daha da artsın istedik. Tiyatroya gelenlerin bazıları daha çok eğlendiklerini bile söylüyor. Çünkü orada daha özgürüz. Hem yazarlar, hem de oyuncular istedikleri gibi eleştiri, yorum katabiliyorlar oyuna. Bu da halka biraz daha yaklaşmamızı sağlıyor."

Ahmet Saraçoğlu
KENDİ KRALLIĞIMIZI İLAN ETTİK
2005'te tiyatroyu kurduğumuzda ismi belirsizdi. Saygın, hem bizi ifade eden, hem de biraz değişik, akılda kalıcı "Royal Shakespeare Company" gibi bir şey olsun dedi. Bunun üzerine İstanbul Kraliyet Tiyatrosu olsun diye espriler yaptık, sonunda da öyle oldu. "Çok mu iddialı oldu acaba" diye düşündük ama bu ismi duyan herkesin yüzünde bir gülümseme oluştuğunu görünce hoşumuza gitti. İlk soruları "Kraliyet mi" oluyordu. Kendi krallığımızı ilan ettik gibi oldu. Kendi kendimizi ti'ye almamız, kendimizle dalga geçmemiz olarak da görülebilir.


DENİZALTINDA NELER OLUYOR
Eski, miadını doldurmuş “Dübür Bey” adlı denizaltının, jilet olmak için Hindistan'a çıktığı son seferin hikâyesi anlatılıyor Denizaltında Altı Tahammülfersa'da. Radarı söktürüp onun parası ile denizaltıya Digitürk taktıran ve gemi kaptanlığından bezmiş olan Kaptan Baykal önderliğinde çıkılan bu son seferde, mürettebatın başına bir deniz yolculuğunda olması imkânsız olan ne varsa gelir. “Dübür Bey”in, hepsi birbirinden farklı özelliklere sahip mürettebatı oyun boyunca zaman zaman; durumu pek de parlak olmayan ülkemiz gerçeğine ve siyasi durumlara da dokunduruyor.

OYUNCULAR KARAKTERLERİNİ ANLATTI
Serhan Ernak - Baykal Kaptan:
Gayet gevşek rahat hiç bir şeyi umursamayan asıl kaptan. hiç bir olaya bulaşmıyor, elini taşın altına sokmuyor. Aslında bu gevşekliği oyunun başından beri huzursuzluk veriyor. Ama sonunda tecrübesi gereği karışıklıkları o toparlıyor.
Ahmet Saraçoğlu - 2. Kaptan Tarık: Baykal Kaptan'ın gemideki gevşekliğinden sıkılıyor. İşine ciddi bakıyor ama 2. kaptan olmanın ezikliğini de yaşıyor. Bu yüzden de darbe yapıp bundan sonra kaptan benim diyor ama sonra kendisi de işin içinden çıkamadığından yeniden seçime gidiliyor.
Alper Düzen - Kıdemli Üsteğmen Batıray Poyraz: Gemide geçmişinde askerlik olan tek kişi. Adı gibi Batıray, tam bir asker. Görev, aksiyon adamı. Gemideki darbelere en çok sevinen kişi.
Fırat Doğruloğlu - Çevreci Prens Tibet: Hayata karşı çok tutarlı olmayan, Greenpeace gönüllüsü bir arkadaş. Sürekli çuvallayan, bir baltaya sap olamamış biri. Son tökezlemesini de düzeltmek üzere kendince çok büyük bir misyon üstlenerek denizaltında göreve başlıyor. Ama yine çuvallıyor.
Barış Başar - Aşçı Seyfi: Kendini bilmez, ne zaman ne yapacağı belli olmayan, çıkarcı, kralcı, her devrin adamı bir karakter. Denizaltında kötü günler başladığında ilk önce Allah'a sığınan bir karakteri oynuyorum.
Murat Akkoyunlu - Makine Mühendisi Neptün: Üniversiteden makine bölümünden mezun olup her mühendis gibi iş bulamayıp denizaltında çalışmaya başlamış biri. Sorunları pratik zekasıyla çözmeye çalışıyor ama beceremiyor. Makine dairesine girmeye bile korkuyor.


Fırat Doğruloğlu
ABDURRAHMAN PALAY'IN KIZI TEBRİK ETTİ
Kadir İnanır'ı taklit ettiğim söylentileri doğru değil. O skeç, Yaban karakteri üzerine kurgulanmıştı. Yazar Saygın Delibaş'la skeci konuştuğumuzun gecesinde ben de pek çok ayrıntıyı biraraya getirerek keyifli hale sokmak istedim karakteri. Sadece Kadir İnanır değildi. Çünkü zaten Saygın da, ben de İnanır'ın oynadığı Yaban karakteri üzerine yoğunlaşmıştık. Rahmetli Abdurrahman Palay'ın ses yorumunu kattım bu karakterin üzerine. Zaten daha çok beğenilen şey de bu oldu. Sonra da Yaban'ın üzerinden bütün klişeleri ti'ye alan bir skeç haline geldi. Bu karakterle ilgili rahmetli Abdurrahman Palay'ın kızı bir arkadaşımla tanışıyor. O anlattı. Palay'ın kızı mutfakta bir şeylerle uğraşırken televizyondan gelen konuşma sesini babasının sanıp hemen odaya koşmuş hangi film diye bakmak için ama beni görünce şoka girmiş. Hemen tebriklerini göndermiş.
Yüksel Altuğ'un programındaki şakaya inanmadım, çok da inandırıcı değildi zaten. Ama söz konusu olan isim Kadir İnanır ve bir canlı yayında olduğumuz için tavrımı hiç bozmadım. Kadir İnanır'a büyük saygım olduğunu her zaman söylerim. Mümkün olduğunca olgun davranmaya çalıştım. Sadece Yavuz Seçkin'in ağır, gereksiz laflar etmeye başladığı bölümlerde bozuldum. Yoksa Kadir İnanır'ın programa bu şekilde bağlanacağı aklımın ucundan bile geçmedi.


TÜKENMEDEN YERİNİZİ AYIRTIN
Haneler dizisinin yaratıcısı İstanbul Kraliyet Tiyatrosu'nun sahnelediği Denizaltında Altı Tahammülfersa, 5-9-10-11-12-20 Şubat'ta. Henüz izlemeyenler için Hastasıyız adlı oyun da 15-16 Şubat'ta. Ayrıntılı bilgi www.istanbulkraliyettiyatrosu.com'da.

(Yazı: Deniz İNCEOĞLU Fotoğraf: Selçuk ŞAMİLOĞLU - Hürriyet Keyif - 17.01.2010)