31 Ocak 2011 Pazartesi

Ötekileştirme ve terör korkusu üzerine

Öyle bir dünyada yaşıyoruz ki, herkes birbirini ötekileştirmeye, dışlamaya, kendine benzetmeye çalışıyor. Bunu sadece ülkeler ya da ırklar birbirlerine değil, en küçük birim olan aile içinde bile görebiliyoruz. İşte Duru Tiyatro'da Emre Kınay ve Ahu Türkpençe tarafından sahnelenen Sondan Sonra oyunu da tam bu noktaya değiniyor. Bir sığınakta mahsur
kalan ve birbirini çok az tanıyan kadın-erkek arasındaki ilişkiyle ötekileştirmeye yoğunlaşılıyor. İrlanda asıllı İngiliz yazar De
nnis Kelly'ninki her ne kadar iki kişilik bir eser olsa da, dünya sorunlarına gönderme yaparak kadın-erkek üzerinden tümevarım yapıyor da diyebiliriz. Korkunç bir nükleer saldırı sonucu her yer çökmüş, insanlar ölmüştür. Sağ kalabilenlerden Mark, baygın gördüğü Louise'i sığınağına taşır. Mark'tan korkan ama onunla birlikte bu sığınakta hayatta kalma mücadelesi veren Louise zor günler yaşar. Aralarında geçen diyaloglar özellikle ABD'deki 11 Eylül saldırısından sonra ortaya çıkan terörizm paranoyasını da bir kez daha gözler önüne seriyor. Ve tabii, Amerika'nın "Ben senin için daha iyisini yaparım" diyerek Irak'a girmesi, yani iyilik adına gücü kullanmayı da...
Emre Kınay ve Ahu Türkpençe, bu iki kişilik oyunda gösterdikleri performansta nabzı hiç düşürmüyor, böylelikle seyirciyi oyunun içine rahatlıkla çekiyor. Kimbilir belki de onlara "Bu baskıyı ben de yapıyor muyum acaba" sorusunu sordurtmayı başarıyor...
Eserde hem yönetmenlik, hem de oyunculuk yapan Emre Kınay'la görüştük.

Eserde sizi etkileyen ne oldu? Seçimi neye göre yaptınız?
- Her zaman istediğim gibi tekstlerle karşılaşamıyorum. Biraz politik söylemi de olan, insana, yaşama, korkulara dair oyunlar arıyordum. Yabancı yazarları tercih etmek zorunda kalıyorum çünkü yerli yazarlar cesur değil. Yoksa çok istiyorum onlarla çalışmak. Ama antidemokratik bir toplum olduğumuz için özgür bir oyun yazarı çıkmıyor maalesef bildiklerimizin dışında.
Halbuki tiyatrocular her zaman daha cesurdur.
- Evet ama tiyatroyla çalışmamayı tercih ediyorlar. "Ben yazarım, tiyatronuzda çalışmak istiyorum. Orada dramaturg olarak çalışayım" demeli bu kişiler. Birlikte önceden çalışıp tiyatronun ruhuna, karakterine göre oyun yazmalarını talep ediyorum. Zaten en iyi tiyatrolar, kendi yazarını üretenlerdir. Benim de derdim o. Kendi yazarımızı üretmek istiyoruz ama bu tür başvurular gelmiyor. Eser yazanlar işlerini bırakıyor ben de vakit buldukça görüş yazıyorum. Kiç, Türkçe'yi iyi kullanmayan eserlerle karşılaşıyorum. Cesaretleri olmadığı gibi kendilerine sansür uyguluyorlar, böyle bir sansür yokken.
Neden böyle peki?
- 1980'den sonra toplumun kültürsüzleşmesinin sonucunda, o kültürsüzleşen toplumdan çıkan yazar da ürkeklikle çıkıyor. O ürkeklikle çıktığı için kalemini de özgürce oynatamıyor. Bu sefer de benim söylemek istediğim söz, güdük kalıyor. Bu yüzden Türk oyun yazarıyla çalışamıyorum. Yabancı yazarlar
ınsa hiçbir şeyden korkusu yok. Sözünü sakınmadan yazıyor.
Oyunun yazarı Dennis Kelly bir İngiliz sanırım. Onlarda özellikle bu korkusuzluk çok dikkat çekiyor.
- Evet, İrlanda asıllı bir İngiliz. Çok özgürler gerçekten. En önemlisi sadece başka tarafı değil, kendini de içine alarak eleştiriyor. Bizdeki tekstlerdeki en büyük sorun, biz bir taraf oluyoruz ve karşıdakini eleştiriyoruz. Onlarsa karşı tarafa bakıp görüşlerini yazıyor, sonra da dönüp "Biz de böyleyiz" diyorlar. Tıpkı oyunda Mark'ın söylediği gibi. Mesela canlandırdığım Mark karakteri, yazarın kendi tarafıyla ilgili bir özeleştiri tezi. Ötekiyse hayat başka bir şeydir tarafında. Diğerine bunu çok acımasızca gösteriyor. Evet, terör bir gerçek bu oyunun özetinde. Baskınlar, bombalamalar, radyoaktif sızıntı tehlikeleri, nükleer atıklar, füzelerin hepsi bireyin üzerinde kendinin hayal edemeyeceği büyüklükte bir korku dağı yaratıyor. Yönetimler, yöneticiler bu korkuyu körükleyerek, evlerde kumandalarının üzerine hapis toplumlar yaratıyor. Sadece bizde değil, her yerde böyle. Çünkü çok işlerine geliyor. Bunu özgürce anlatmak lazım. Sokağa çıkın, orada yaşayın, ilişki kurun diyoruz. Sokaktan bakacak bir yazarlık kalemi lâzım Türkiye'nin dramasına.

TERÖRÜN BAŞ NEDENİ
ÖTEKİLEŞTİRMEDİR
Peki, bir yönetmen ve oyuncu olarak Dennis Kelly'nin eserine neler eklediniz ya da değiştirdiniz?
- Söylediği sözün üstüne bir şey söylemedik. Zaten söylediği söz, Anadolu'yu ve tüm dünyayı ilgilendiriyor. Ciddi körüklenen bir milliyetçilik var dünyada. Türkiye genelinde de bu durum söz konusu. Aynı şekilde ötekileştirme meselesi, dünyanın şu andaki temel sorunu. Özellikle de Amerika'nın en temeli. Bizde de öyle. Dolayısıyla eserin konusu kendiliğinden zaten buna dayanıyor. Karakter adının Mark olması hiç önemli değil. Çünkü ötekileştikçe başkalaşıp metamorfaza giriyorsun. Buna girdikçe yalnızlaşıyor, sonra hırçınlaşıyorsun. Mutsuzlaşıyor ve saldırganlaşıyorsun. Bence terörün temelinde yatan ana formül bu zaten. Oyunda bir de pompalanan terör korkusuna dikkat çekiliyor. Bunun insan üzerinde yarattığı paranoya, kadın-erkek ilişkisi bazında bile alsanız orada şiddetin ve bireyi değiştirmeye çalışmanın sonuçlarının bedelinin ağır olacağı hikayesi bu.
Oyuna kendi kararınızla, hiçbir baskı olmadan 16 yaş sınırı getirmişsiniz. Neden?
- İki açıdan buna karar verdim. Birincisi, o yaşlar biraz daha eğlenmek istediğimiz yaşlardır. Ve tiyatrodan korkmamamız gereken dönemdir. Sonrasında devlet meseleleriyle ilgili belirmeye başlıyor renklerimiz. Bu kadar şeyle o zaman değil, 16 yaş itibariyle ilgilenmek gerekir diye düşünüyorum. İkinci sebebi, oyunda az da olsa şiddet olması. Tabii ki televizyondaki kadar cinsel ve şiddet içeriği barındırmıyoruz ama yine de 16 yaş altının izlemesini istemedim. Televizyondaki yanlışı biz tekrarlamak istemedik.
Ahu Türkpençe'yle nasıl biraraya geldiniz? Profesyonel anlamda sahnede çok yer almayan biriyle iki kişilik bir oyun sergilemek cesaret işi miydi?
-
Ahu'nun gözünde acayip bir ateş var. Tiyatro yapacağım diye tutturdu diyebilirim. Birlikte eser araştırmasına başladık. Sondan Sonra'yı bulunca Ahu'ya önerdim. O da heyecanla kabul etti. Ama ne yalan söyleyeyim onu seçtim diye bir sürü kişi, bir televizyon starından nasıl olur, diye sordu. Nasıl güvendiğimi merak ettiler. Çok güvendim ben ona. Boşa da çıkarmadı. Her şeyden önce çok pozitif. Çalışkan, benden de çalışkan. Bir şeyi beş versiyonuyla düşünüp servis ediyor. Oyunculuk mayası çok ahlaklı.

DARBENİN GÖTÜRDÜĞÜ 10 YILI KAPATINCA
YAZARLIK YAPACAĞIM
Yazarlık denemeleri yapıyorum ama bir yandan da korkuyorum. Çünkü bildikçe korkaklık geliyor insanın üstüne, yazarlık da öyle bir şey. Çok fazla insan kitap yazıyor ama büyük cesaret bence. Kusursuzu aramak lazım. Yazdığınız düşüncede en açık bir gedik olmaması şart. Ben daha röportaj verirken söylediğim söz, eğer bu kadar yanlış anlaşılıyorsa, onu yazdığımda ne olur düşünemiyorum. Söylediklerimi daha fazla kelimeyle konuşup belki de net olarak tam anlaşılmasını istediğim şeyi anlatabileceğim gün, yazacağım çok hikaye var. Çok uzak değil o günler... 1980 sonrasındaki 10 yılım kayıp benim. Çünkü o zaman 10 yaşındaydım. Okumak istediğim kitapları bulamadığım, yabancı dil eğitimi görmek istesem ailevi ve sosyal şartlardan dolayı göremediğim, bir sürü eksikle 20 yaşına geldiğim ve o sırada da yüksek okula başladığım bir gençlik geçirdim. Aradaki son 20 yılımı, o 10 yılın bana kaybettirdiklerini tamamlamakla geçirdim. Bu askeri darbenin, bilgisel açıdan hayatımdan götürdüğü 10 yıl var.

******* ********

Ahu Türkpençe
İNKÂR ETSEK DE PSİKOLOJİK ŞİDDETİ
HEPİMİZ YAŞIYOR VE YAŞATIYORUZ

Bu, profesyonel anlamda sahnedeki ikinci deneyimim. İyi ki Varsın adlı oyunda rol almıştım üç yıl önce. Bu eserde ve eğitimim sırasındakiler Sondan Sonra oyunundakine pek benzemiyor. İyi ki Varsın'da intihar etmek üzere olan bir kadını canlandırıyordum. Ama oyunun devamında kendisiyle yüzleşen ve yaşama sevinci bulan biriydim. Komedisi yüksekti. Bu seferki ondan daha farklı, kara bir oyun. Emre Kınay'la iki yıl önce Karamel adlı dizide tanışmıştık. Kınay yeni oyunlar arıyordu, ben de oyun arayışındaydım ve tiyatrosunun her zaman bana açık olduğunu söyledi. Uzun bir arayıştan sonra Sondan Sonra için ikimiz de "Budur" dedik. Eserde beni cezbeden, birden fazla şey anlatması, her anının dolu geçmesi ve hayatın çok içinden olmasıydı. İnsanların psikolojisi üzerinden şiddeti anlatmaya çalışırken dünyaya da değiniyor. Ve asla didaktik değil. Bir hikaye gibi izlerken aslında çok önemli bir mesaj verdiğini fark ediyor insan. İzleyenler bir yere kadar "Çok normal, ben de böyle tepki verirdim" diyor ama sonra bir bakıyor ki işin aslı o değil. Bu sefer kendisiyle yüzleşmeye başlıyor "Ben de yaparım dediğim şey, normal değil aslında..." diye. Örneğin, oyundaki psikolojik şiddeti hepimiz yaşıyor ve yaşatıyoruz ama bunun farkında değiliz. İzlerken "ne kadar kötü" deyip gerçek hayatta aynısını yapıyoruz. Mesela bir anne çocuğuna "Ödevini bitirmezsen dışarı çıkamazsın" diyor. Bunun dozu arttıkça sınıra yaklaşıyoruz. Kimi zaman bu bir rutine, normale bile dönüşebiliyor. Bunların bilincinde olduğumuz için eseri okuduğumuzda çok etkilendik. Seyircinin de bunu hissedeceğini biliyorduk. Farkındalığın artmasını istedik. En güzeli de oyun, politik olarak bir taraf değil. Her ülkenin başına gelebilecek bir durumu anlatıyor. Ötekileştiriyoruz ya belli bir kısmı, herkes bir başkasını ötekileştirebilir. Oyunda bunun bireylerin nasıl yaptığını, aynı konuyu ülkelerin de birbirine uyguladığını görüyoruz. Güç kimin elindeyse o, karşı tarafa yaptırım uyguluyor. Ama dengeler değiştiğinde karşı taraf, yaşadığı acılara rağmen aynısını yapıyor. Ben burada tüm hikayeyi terimsel olarak anlatıyorum. Oyun ise konuyu en insani şekilde aktardığından izleyiciyi kalbinden yakalıyor.

(Deniz İNCEOĞLU - Hürriyet Keyif - 29.1.2011)

13 Ocak 2011 Perşembe

Cattoman Empire'a buyrun

Benim gibi kedi meraklısıysanız ve bir de üstüne üstlük resimle ilgileniyorsanız bu hafta sizi çok h
oşunuza gidecek bir siteyle, daha doğrusu bir ressamla tanıştıracağım; Efsun Güneş.
Kendisi 1978 İzmir doğumlu ve tabiri caizse eline kalemi aldığından beri resim yapıyor. Beş yaşında İzmir Resim ve Heykel Müzesi’nde ders almaya başladı, İzmir Anadolu Güzel Sanatlar Lisesi Resim Bölümü'nde okudu. Bir yandan da grafik çok ilgisini çekiyordu. Bunun için üniversite eğitiöinde grafik bölümünü tercih etti "Grafik tasarım, başka bir bakış açısı kazandırıyor. Fikirlerin görselleştiği, farklı sanatların bir kombinasyonu aslında."
Efsun Güneş, son 10 yıldır reklam sanat yönetmenliği yapıyor. Y
aptığı her işin içinde resimden bir parça olması, büyük markaların görsel dünyalarını tasarlarken de mutlu olmasını sağlıyor. Ama yağlı boya resim yapmanın keyfini hiçbir yerde bulamadığı için resim yapmaya da devam ediyor. Ve bunları www.efsungunes.com sitesinden yayınlıyor.
Ama bu sitede öyle alıştığınız resimlerden görmeniz mümkün değil. Sadece kedilerin dünyası var burada. Çünkü Güneş, bütün hayvanların tıpkı insanlarınki gibi kendine ait bir dünyası olduğunu düşünüyor. Özellikle de kedilerin...

HEPSİ SENİN Mİ
Efsun Güneş'in resimlerinde ana obje
nin kedi olmasının sebebi küçüklüğünden beri kedilerle yaşıyor ve sürekli onlarla ilgili hikayeler dinliyor olması... "Evimizde hep kedimiz olduğu için ve bütün ailem; annem, babam, babaannem, halam, amcam... kısacası herkesin kedisi olduğu için onların hikâyeleriyle büyüdüm. 13-14 yaşındayken bir de bakmışım ki kedileri çiziyorum. Metalci, sert
bakışlı kedilerdi. 2004'e kadar çizdiklerim kediye daha çok benziyordu. Şimdikiler kediden çok, kediler hakkında hissettiklerimi yansıtıyor. Ben büyüyüp geliştikçe onlar da şimdiki halini aldı. Cattoman Empire’ın çıkış noktası, kedilerin kendilerini hemen hemen bütün uygarlıklarda yüksek bir mertebeye yakıştırmasıdır. Çoğu dinde, inanışlarda kedi hep 'saygı duyulan' olmuştur. Kedi familyasının tüm üyeleri avlanan değil, avcıdır. Evimizde, sokağımızda beslediğimiz kedilerse hayatımızın hep içinde. Kedilerin bu paşa durumları beni çok
etkiliyor. Onları seven insanlar, bu sevgileriyle gurur duyarlar. Çünkü nankörlük diye adlandırılan şey aslında prensiplere bağlılıktır. Bunu çözen insanlar, karşılıksız sevmeyi biraz daha fazla bilen insanlarmış gibi geliyor bana. Kediniz sizin kedinizdir ama aynı zamanda da siz onun insanısınızdır."
Efsun Güneş'in resimlerindeki her kedinin bir hikayesi var. "Resimlerinizde insan hallerini kediler üzerinden mi anlatıyorsunuz, yoksa size göre kedilerin de gerçekten böyle hayatları mı var"
diyorum bakın ne cevap veriyor: "Bütün hayvanların kendi aralarında aynen bizimki gibi bir hayatı var. Bakmayı bilmek lazım. Sokağa çıkın ve tek tek bütün kedileri inceleyin. Hepsi farklı. Biri iş adamı gibi, kimden yemek isteyeceğini çok iyi çözmüş. Öbürü aç kalmış çünkü diğer
kedilerden bile çekiniyor... Görmüş geçirmiş kalın enseli bir erkek kedinin önünden dişi bir kedi geçerkenki bakışlarını yakalıyorum bazen. Bizim miyavlama olarak duyduğumuz şeyin aslında 'hepsi senin mi' olduğuna yüzde yüz eminim."
Efsun Güneş, kedilerin bu hikayelerini
çoğu zaman onları çizerken uzun uzun gözlerine baktığında keşfediyor. Ve çoğunlukla resim bittikten sonra karşısına geçip gülüyor. Neden mi, "Koskoca hükümdar kedi, karşımda hallerden hallere girmiş" diye düşünüyor.
Kendisinin de iki tane kedisi var. Biri Abidin Dino, Efsun Güneş ona Dino diyor, diğeri ise Steve. Steve hayatının erken dönemlerinde gözlerini kaybetmiş ama fazlasıyla oyuncu. Dino ise çok sakin bir kedi. Steve uyurken gidip onun gözlerini yalaması ise Efsun Güneş'i en çok etkileyen özellikleri.
Siz de bu muhteşem işlerden duvarınızda olsun istiyorsanız www.efsungunes.com’u mutlaka bir ziyaret edin.

(Deniz İNCEOĞLU - Hürriyet Keyif - 1.1.2011)